İspanya İç Savaşı

Her şey, görünürde 12 Nisan 1931 tarihindeki belediye seçimleriyle başlamıştı. “Cumhuriyetçi” belediyelerin “Kralcı” belediyeler üstündeki mutlak zaferiyle sonuçlanan bu seçimlerin ardından, halkının güven ve sevgisini yitirdiğini ileri süren İspanya Kralı XIII. Alfonso, tahttan vazgeçerek ülkeyi terk ediyordu. Üç gün sonra ilan edilen II. İspanyol Cumhuriyeti’yle birlikte ülkenin tarihinde tarihe İspanya İç Savaşı olarak geçecek kanlı bir sayfa açılacaktı…

Yeni kurulan Cumhuriyetçi Koalisyon’un önünde üç hedef bulunuyordu: Tarım reformunu gerçekleştirmek, bölgesel özerklik sorununu halletmek ve Kilise’yle ilişkileri düzene koymak… Ne var ki, getirilen önlemler meseleleri çözümlemek yerine zaten gergin olan ortamı iyice sertleştirmişti. Tarım ücretlerinin artması, hem işsizlik hem de enflasyonu körüklemişti. Bu durumdan memnun olmayan köylüler ve işçiler, hızla aşırı sol saflarına katılıyorlardı. Öte yandan, Bask ve Katalanya bölgesine tanınan özerklik, bu bölgelerin “İspanya Birliği”nden ayrılma taleplerini iyice güçlendirmişti. Ayrılıkçı akımlar Cumhuriyet’in birliğini tehdit edici noktaya gelmişti. Son olarak Cumhuriyetçi Koalisyon’un Kilise ile olan ilişkilerdeki sert ve ödün vermez tavrı, toplumun tutucu, ama ılıman unsurlarında belli bir tedirginlik ve endişe yaratmıştı. İşte, tam hu sırada General Jose Sanjurjo Sacanell’in verdiği bir ültimatom ortalığı iyice karıştırdı…

Bu kaygan siyasi platformda erken yapılan yasama meclisi seçimlerini sağ koalisyonun lideri Maria Gil Robles kazanmıştı. Ne var ki, ılımlı bir politikacı olan Robles, siyasi istikrarsızlığın önüne geçemiyor ve Şubat 1936 yılında yapılan erken seçimi bu kez “Halk Cephesi” koalisyonuyla seçimlere giren sol partiler kazanıyordu. Gerçekte “Halk Cephesi”, normal koşullarda asla yan yana gelemeyecek siyasi örgütlerden ve partilerden oluşuyordu. Cephe içinde yer alan komünistler ve sosyalistler, dışarıdan destek veren anarşistlerden ve onların etkinliğindeki Genel İşçi Federasyonu’ndan nefret ediyorlardı.

“Cumhuriyetçi Sol” ve “Cumhuriyetçi Birlik Partileri” Katalanya ve Bask ayrılıkçılarına kesinlikle iyi gözle bakmıyorlardı. Kısacası sol, tüm mozaiğiyle “Halk Cephesi” adı altında iktidardaydı ve belirsizlikten yararlanmak isteyen sağ partiler ve akımlar da boş durmuyordu. Kendisine geçmişte Endülüs Araplarına karşı savaşarak “İspanya Birliği”ni kuran Katolik kralların amblemi olan “zincir ve ok”u seçen “Ulusal Sendikalar Cuntası”, anti-marksizm, gelenekler ve İspanya Birliği sloganlarıyla liderini arıyordu. Sağda böyle bir boşluğu dolduracak liderler şunlardı: “İspanyol Özerk Sağ Sendikaları Konfederasyonu”nun lideri Gil Robles… Robles, “Kralcılar”a göre fazla solda, tutucu “Cumhuriyetçiler”e göre de fazla sağda bir isimdi… Sağ muhalefetin parlamentoda sözcülüğünü üstlenen Jose Calvo Sotelo ise, şiddet karşıtı pasifist bir kimliğe sahipti ve sağın içindeki genç militanlar tarafından sevilmiyordu.

“Falanj” adlı örgütü kuran Miguel Primo de Rivera’nın oğlu Jose Antonio Primo de Rivera da, 1936 yılının yaz başlarında. İspanya’da sağ kesimi toparlayacak tek aday olarak diğerlerinden sıyrılıyordu. Falanj örgütü, İspanya’nın şanlı ve Katolik geçmişini sahipleniyor ve “lider” kültünü işliyordu. Böylece, hem kralcıların, hem asillerin, hem kilisenin, hem de ayrılıkçı akımlardan iyice ürkmeye başlayan burjuvazinin desteğini alıyordu.

Ve İspanya İç Savaşı Başlıyor

16 Şubat 1936’da İspanya’da seçim yapıldı. Merkez yalnızca 681 bin oy alırken, Halk Cephesi 4 milyon 176 bin, sağ cephe 3 milyon 783 bin, Bask milliyetçileri ise 176 bin oy aldı. Seçimden Manuel Azana önderliğinde galip çıkan Halk Cephesi’nin programı siyasal tutuklular için bir af ve siyasal nedenlerle işten atılmış olanların tekrar işe alınmalarını öngörüyordu. Keza özellikle Katalonya olmak üzere bölgesel düzenlemelere gidilmesi de yer alıyordu.

Hükümeti Azana’nın sol cumhuriyetçileri kurdu, komünist ve sosyalistler dışarıdan desteklediler. Seçim sonrası Halk Cephesi coşkulu gösteriler yaptı. Azana önüne iki hedef koymuştu. Bir taraftan hükümet otoritesini ve kamudüzenini yeniden sağlamak, öte yandan ciddi reformlarla ılımlı solu da tatmin etmek idi. 19 Şubat’ta genel af ilan edildi. 26 Şubat’ta özerk Katalan hükümetinin yeniden kurulmasına izin verildi. 14 Mart’ta Falanj yasadışı ilan edildi, lideri tutuklandı. Olağanüstü hal durumu genişletildi ve anarşistler üstündeki baskı arttırıldı.

Öte yandan ise Parlamentoyu ve yasal olarak seçilmiş olan hükümeti bertaraf etme planları çoktan başlamıştı. Kapatılan Falanj tarafından gerçekleştirilen sayısız provokatif eylemler, cinayetler kaos ortamı oluşturmuştu. Birçok general tek tek veya gruplar halinde hazırlık yapıyordu. Ayrıca çeşidi kanallardan Hitler ve Mussolini ile kurulan ilişkiler sonucunda doğrudan destek vaat edilmese de ciddi yardımlaşma vaatleri ve eyleme teşvik söz konusuediliyordu. Keza Salazar diktatörlüğü de darbeci girişimler ile dayanışma halindeydi.

O günlerde sivrilen iki askeri lider vardı: Goded ve Franco… Ne var ki, sağa yakınlıklarıyla bilinen bu iki general, “Halk Cephesi” hükümeti tarafından Kanarya Adaları’na sürgüne gönderilmiş ve merkezden uzaklaştırılmışlardı.

1936 yılının Temmuz ayına İspanya tam bir kaos içinde girdi. Meydanlarda sağ ve sol örgütlerin mitinglerinden geçilmiyordu. Terörizm tam anlamıyla sokağa inmişti. Kiliseler ateşe veriliyor, bombalı saldırılar birbirini izliyordu. Ortam her an patlamaya hazırdı. Bu sırada, sağın önemli liderlerinden Calvo Sotelo’nun sokak ortasında öldürülmesi, olayları ateşleyen son kıvılcım oldu. 17 Temmuz günü, Kanarya Adaları Askeri Komutanı Francisco Franco Bahamonde, adayı terk ederek Teneriffe kentine geldi ve hükümete karşı “Ulusal Hareketi” başlattığını açıkladı. İki gün sonra, Temmuz’un 19’unda Franco’ya bağlı birlikler Cebelitarık Boğazı’nı geçerek Algesiras’ta karaya çıktılar.

Franco’nun Fas’tan başlattığı darbenin haberleri başkente ulaştığında hükümet olan bitene inanmak istememiş,  işçisendikaları önderliğindeki işçiler ise “Silah, silah, silah” diye haykırarak, hükümetten silahlandırılmalarını talep etmişlerdi. Ancak Azana öncelikle generallerin bir bölümüyle uzlaşma yolları aramayı tercih edince, Barcelona ve Madrid’de işçiler kimi kışlaları basıp silahlara el koyarak, kimi kışlalarda ise Cumhuriyet’e sadık kalan askerlerin dağıttığı silahları kuşanarak Franco’nun faşist darbesine karşı koymaya karar verdiler.

Artık, İspanya İç Savaşı başlamıştı…

O ana kadar taraflar kesin bir tavır belirlememiş, bir anlamda kendilerini olayların akışına bırakmışlardı. Ancak, sıcak çatışma ile birlikte saflar iyice belirginleşti. Hükümet güçlerini, yani Cumhuriyetçileri şu gruplar oluşturuyordu: “Cumhuriyetçi Solcular”, “Cumhuriyetçiler Birliği”, ”Katalanya Solcuları”, “Bask Milliyetçileri”, “Sosyalistler”, “Komünistler”, “Katalanya Sosyalistleri”, “Troçkist Komünistler” ve “Anarşistler”… Ayrıca, “Genel İşçi Birliği” ile “Ulusal İşçi Konfederasyonu” da Cumhuriyetçileri destekliyordu.

Kağıt üzerinde Cumhuriyetçiler daha üstün görünüyordu. Çünkü çatışmaların ta başından beri deniz ve hava kuvvetleri kesin olarak bu cephenin yanında yer almıştı. Öte yandan, General Hernandez Sarabia, General Asensio, General Miaja, General Riquelme ile Albay Mangada, Albay Escobar ve Albay Villaba gibi yetenekli üst rütbeli subaylar da hükümete bağlılıklarını bildirmişlerdi. Ancak Cumhuriyetçi güçlerin en zayıf noktası, alt rütbede subaya sahip olmamaları ve bu saflara katılan sivillerin askeri otoriteye çok sıcak bakmamalarıydı: Örneğin Komünistler ve Anarşistler, örgüt disiplinini askeri disipline tercih ediyorlardı. Nitekim sokaklarda “Milis olmaya evet, asker olmaya hayır!” sloganları atılıyordu.

Ayaklananlara gelince… Onlar da çok çeşitli gruplardan oluşuyordu: Gil Robles’in özerk sağcılarından, Velasco’nun “Toprak Sahipleri Birliği”nden, öldürülen Calvo Sotelo’nun taraftarlarından, Jose Antonio Primo de Rivera’nın “Falanjlarından, “Kralcılar”dan, Lerroux’un “Radikaller”inden ve Alvarez’in liberal-demokratlarından oluşan bu sağ cephenin durumu da başta o kadar parlak değildi. Çünkü bu gruplardan gelen militanlara komutanlık eden Franco, Mola, Varela ve Sanjurjo gibi ültimatomu generaller bile, aralarında tam olarak fikir birliğine sahip değillerdi. Bazı generaller açıkça bir diktatörlükten yanayken, bazıları bu savaşın kralı yeniden ülkeye getirmek için çıkarıldığım söylüyorlardı. Bu cephenin en büyük moral destekçisi olan Kilise bile parçalanmıştı. Katalanya ve Bask yöresi papazları açık açık Cumhuriyetçilerden yana tavır koyuyorlardı. Ama yine de isyancıların çok büyük bir avantajı vardı: Subayların yaklaşık yüzde 90’ı isyan bayrağı açan generallerinin yanında yer almışlardı ve asıl önemlisi, “Muhafız Birliği”, “Lejyon Birliği” ve “Fas Birliği” gibi katı disipline ve savaş tecrübesine sahip birlikler de onlarakatılmışlardı. Artık zarlar iyice atılmış, gemiler yakılmıştı. İspanya’nın her yerinde “Artık bu hesabı görelim” sözleri ediliyordu. Birilerine göre hesabı görülecek olan “Kızıllar”, diğerlerine göre de “Faşistlerdi. Tarafsızlara göre ise Cumhuriyetçilerle Milliyetçilerin hesaplaşması söz konusuydu.

 İspanya İç Savaşı'nın sembolü olan fotoğraf

Gecikmiş Bir Kan Davası

Aslında, tarafların tam olarak ülkenin sistemini ve rejimini değiştirmek için kapıştıkları söylenemez. Bu savaş, gerçekte gecikmiş bir kan davasının artık görülmek istenmesiydi. Ta Ortaçağ’dan kalan hesaplar masaya yatırılmıştı. İnsanlar, kiliseleri ateşe vererek belki de Engizisyon’dan intikam alıyorlardı. Bask ve Katalanya halkı, Katolik krallar tarafından zorla İspanya Birliği’ne katılmalarının yıllar sonra acısını çıkarıyorlardı. “Siyah” ve “Kızıl” diye ikiye ayrılan İspanya, bir feodal savaşa, bir din savaşına sürüklenmişti. İspanya İç Savaşı, bu bağlamda adeta, mutlaka çözülmesi gereken, ama sürekli ertelenen bir aile kavgasının sonunda patlak vermesiydi…

Ayaklanmanın ilk ayı olan Temmuz’da durum şöyleydi: Sağ Cephe’nin karizmatik liderlerinden General Godet, Mallorca’dan karaya çıkmış, ancak birkaç gün sonra Barcelona yakınlarında esir alınmıştı. Ağustos ayının sonlarına doğru da kurşuna dizildi. Cadix ve Sevilla bölgesinde karaya çıkan General Gonzalo Queipo de Llano Sierra ise, bu bölgede tutunmayı başarmış ve isyancıların ilk cephesini açmıştı. Generallerin tutunduğu bir başka bölge de kuzeydeki Galiçya, Aragon ve Navarro bölgeleriydi. Kısacası isyancılar, sadece güneyde ve kuzeyde tutunabilmişlerdi. Bu nedenle, bir an önce bu iki cephenin birleştirilmesi gerekiyordu. Nitekim Ağustos ayından itibaren Franco’nun en güvendiği generallerden biri olan Yague, lejyoner askerlerinden oluşan birlikleriyle Merida ve Badajoz kentlerine saldırarak kuzey-güney hattını birleştirme operasyonuna girişti. Yine General Mola, kuzeyde San Sebastian ve İrun kentlerini alarak denize ulaştı. 1936 yılının son günlerinde, Franco’nun Güney İspanya’daki güçleriyle Mola’nın Kuzey İspanya’daki güçleri birleşmiş, bu güçler Madrid kapılarına dayanmıştı.

Tam bu sırada, sağın ünlü liderlerinden Jose Antonio Primo de Rivera’nın kurşuna dizildiği haberi geldi. O ve onun gibi kurşuna dizilen General Godet ile aynı günlerde bir uçak kazasında ölen Sanjurjo’nun saf dışı olmasıyla, isyanın liderliği kesinlikle Franco’nun eline geçmişti. Nitekim 29 Eylül’de Burgos’ta toplanan Cunta, İspanyol ve uluslararası iş çevrelerine

en yakın general olan Franco’yu “İspanyol Hükümeti’nin Yüce Lideri” olarak seçti. 1 Ekim’de Franco ilk yayınladığı kanunda kendisinden Devlet Başkanı olarak söz ediyordu. Şiddetli bir terör ve katliam politikası ile halk muhalefeti ezilirken, Kilise’nin etkisi Cunta’nın kesin denetiminde yavaş yavaş arttırıldı. Siyasi konumunu da garantileyen Franco artık Madrid’e saldırabilirdi. Ancak, herkesin “olgunlaştığı daldan düşmesini beklediği” başkent Madrid, hiç de kolay bir lokma olmadığını kısa sürede kanıtlayacaktı…

Uluslararası Tugaylar’dan Franco’ya: No Pasaran!

No PasaranGeneral Varela ve Yague’nin komutasındaki 20 bin asker, 7 Kasım 1936 tarihinde Madrid’e üç koldan saldırdı. Ancak bu güçler, başkent önünde hiç de ummadıkları bir direnişle karşılaştılar. İspanyol Parlamentosu’nun Başkan Yardımcısı komünist kadın milletvekili Dolores İbarurri’nin “No Pasaran” (Geçit yok) sloganı bir süre sonra bütün kente yayıldı ve başkent halkı, özellikle artık varlıklarını iyice hissettirmeye başlayan “Uluslararası Tugaylar“ın da desteğiyle düşmanı püskürtmeyi başardı. 23 Kasım günü Franco’nun güçleri kent varoşlarından çekilirken, başkenttiler, üniversite binasında büyük bir direniş örneği gösteren Uluslararası Tugaylardan şehit düşenlere büyük bir tören düzenliyordu.

Franco’nun güçleri Madrid’e ikinci kez 6 Şubat 1937 tarihinde saldırdılar, Bu kez amaç, en azından Madrid ile Valencia arasındaki yolu ele geçirmekti. “Jarama Savaşı” adı verilen bu savaşta, Cumhuriyetçiler 25.000’den fazla ölü vermelerine karşın, bu yolu kontrolleri altında tutmayı başardılar. Madrid kentinin direnişi ve “Uluslararası Tugaylar”ın varlığı Cumhuriyetçilerim moralini her geçen gün arttırıyordu. Franco, bu nedenle generallerinden bir an önce başkenti ele geçirmelerini istedi. Mart ayının başında, ünlü “Alkazar Kalesi” direnişinin kahramanı General Moscardo komutasındaki 20.000 kişilik Fas Lejyoner Birliği, kralcıların ve Mussolini’nin yardıma gönderdiği 30.000 kişilik İtalyan tugayının desteğinde Madrid’e karşı saldırıya geçti. Bu üçüncü Madrid savaşı da, tarihin cilvesinin bir başka örneğiydi; General Roatta’nın komutasındaki Franco’yu yardım eden İtalyan tugayı, bu savaşta kendi kardeşlerine, Cumhuriyetçiler saflarında çarpışan İtalyan sosyalist ve komünist gönüllülerinden oluşan “Garibaldi Tugayları”yla karşı karşıya kalmıştı…

Üçüncü Madrid saldırısının da somut bir sonuç vermemesi üzerine Franco, “çember” stratejisini geliştirmeye girişti ve başkenti bırakarak, hâlâ Cumhuriyetçilerin elinde olan doğu sahillerindeki kentlere ve kuzeydeki Santander, Bask ve Asturias Bölgesi’ne yürümeye karar verdi. Bu bölge cumhuriyetin diğer bölgelerinden tecrit edilmiş durumdaydı. Ayrıca Cumhuriyetçiler, Bask milliyetçileri ile sosyalist ve anarşistlerin anlaşamaması nedeniyle uyumsuz bir ittifak içindeydiler.

Kuzeyi fethetmek Franco açısından önemliydi, çünkü önemli limanlar, sanayi bölgeleri, demir madenleri, çelik fabrikaları, gemi yapım merkezleri Cumhuriyet’in elindeydi. Bask’ta 30-40 bin civarında milis vardı. Sosyalist, anarşist ve cumhuriyetçi milislerin sayısı bilinmiyordu, ancak Asturias her zaman işçi militanlığının simgesiydi.

26 Nisan 1937 gününü Guernicalılar, büyük bir coşkuyla kutlamaya hazırlanıyorlardı. O gün, Basklıların yerel bir bayram günüydü ve en güzel elbiselerini giyen insanlar kentin pazar yerinde dans etmeye hazırlanıyorlardı.  Birden gökyüzünden kulakları sağır edici gürültüler gelmeye başladı ve kent tam üç saat boyunca güpegündüz yoğun bir hava bombardımanına tanık oldu. Alman Junker ve Heinkel bombardıman uçakları Guernica semalarını terk ederken, geride korkunç bir bilanço bırakmışlardı: 1500 ölü, 900’den fazla ağır yaralı… Tüm dünyada gösterilen tepki karşısında Hitler Burgos Cuntası’ndan Almanları temize çıkaran bir açıklama istedi. Bunun üzerine Burgos yönetimi, şehri geri çekilen anarşistlerin yaktığını iddia etti. Faşistler 19 Haziran’da kente dövüşmeden girdiler.

Bu saldırı konusunda polemikler, İspanya’da bugün bile sürüyor. Cumhuriyetçilere göre kenti kan ve ateşe boğan saldırıyı Alman Heinkel ve Junker savaş uçakları gerçekleştirmişti. Milliyetçiler ise uzun yıllar, bu katliamı Bask milliyetçilerinin dünya kamuoyunun dikkatini çekmek için kendilerinin düzenlediklerini ileri sürdüler. Tartışmalar dışında, bu olaydan günümüze bir başyapıt kaldı: Ünlü İspanyol ressam Pablo Picasso’nun “Guernica” adlı tablosu… İlerleyen yıllarda Guernica , faşizm karşıtı hareketlerin en ünlü sembollerinden biri oldu. Genaral Franco bile İspanya İç Savaşı’nın sona ermesinden sonra, 1960’lı yıllarda tabloyu İspanya’ya getirmek için çok uğraştıysa da Picasso’yu ikna etmeyi başaramadı.  Yine 5 Nisan 2003 tarihinde ABD’nin Irak’ı işgaline destek için Birleşmiş Milletler binasında basın toplantısı düzenleyen Colin Powell ve John Negroponte, ne anlama geldiğini çok iyi bildiklerinden toplantı salonundaki dev Guernica tablosunun üzerini yetkililere rica ederek kapattırıyorlardı.

Pablo Picasso da saldırıyı Almanların yaptığından o kadar emindi ki, tablonun sergilenmesi sırasında “Bu resim sizin eseriniz mi?” diyen kişinin bir Alman generali olduğunu görünce hiç düşünmeden “Hayır, sizin eseriniz!” diyecekti.

Guernica’dan sonra savaşın gidişatı artık kesinleşmişti. Lojistik desteği iyice artan Franco’nun güçleri, iki ay sonra Bask Bölgesinin merkezi Bilbao’yu düşürdüler. Bir süre sonra da Asturias maden ocakları, madencilerin çetin ve yiğit direnişine karşın Milliyetçilerin eline geçti.

Doğuda ise hedef Barcelona’ydı. Ancak daha önce Teruel ve daha güneydeki Valencia’daki direnişin kırılması gerekiyordu. 1937 yılının Aralık ayında Franco’nun en güvendiği komutanlar olan General Varela, Yague ve Davila komutasındaki Milliyetçiler Teruel kentine genel bir saldırıya geçtiler. Franco’nun güçleri 650 piyade birliğinden, bir süvari kıtasından, 290 topçu bataryasından ve 400 uçaktan oluşuyordu. Cephenin toplam gücü ise 600 bin askerdi. Bu kuvvetin karşısında General Hernandez Sarabia ve General Miaja’nın komuta ettiği 400 bin kişilik Cumhuriyetçiler bulunuyordu.

Hükümet ordusunun, uçak sayısı ise 350’ydi ve bunların çoğu kullanılamayacak uçaklardı. Tam 60 gün göğüs göğse süren çatışmalardan sonra 1938 yılının Şubat ayında Cumhuriyetçiler kentin büyük bir bölümünü dinamitleyerek Teruel’i terk etmek zorunda kaldılar. Şimdi Barcelona’dan önceki son hedef Valencia kentiydi. Ancak, bu kente ulaşmak için Ebro Nehri’ni ve nehrin iki yakasındaki bataklıkları geçmek gerekiyordu. Burada, Birinci Dünya Savaşı’ndaki Verdun Cephesi’ni anımsatan korkunç bir cephe savaşı başladı. Taraflar bir metrelik toprak için süngülerle savaşıyordu.

General Franco’ya Faşist Destek

Guernica

1938’in ilk ayları Franco’nun Burges Cuntası’nı düzenli bir hükümete dönüştürme ve yeni düzenin temellerini atma çabaları ile geçti. Kurduğu hükümette 2 monarşist, 2 Carlist ve 2 Falanjist vardı. Diğer üyeler ya önde gelen darbeci generallerden ya da Franco’nun kendi yakın çevresindendi. Yeni düzen Cumhuriyet’in ve devrimin ortadan kaldırdığı tüm ayrıcalıkları yeniden kuruyor, faşist İtalya’dan kimi korporatist yöntemleri alıyor, İspanyol ortaçağının törenselliği ve üslubu ile süsleniyordu. Nisan ayında Katalonya’nın özerkliği iptal edildi. Yine aynı ay Servido Nacional de Reforma Economica Social (Ulusal Ekonomik, Toplumsal, Reform Servisi) kuruldu. Bu örgüt toprak reformunu ve buna bağlı kurumlan ortadan kaldırıp toprakları ve fabrikaları eski sahiplerine geri vermekle görevliydi. 22 Nisan’da basına sansür yasallaştı. 3 Mayıs’ta Cizvitlerin İspanya’daki faaliyetlerine izin verildi. Cumhuriyetçi boşanma kanunu kaldırıldı. İlk ve ortaokullarda dini eğitim zorunlu kılındı.

Çatışmaların başında durum Cumhuriyetçilerin lehineydi. Nitekim Mussolini, o günlerde dışişleri bakanı olan damadı Kont Ciano’ya yazdığı bir mektupta Franco’nun kaybettiğinden söz etmişti. Ne var ki, 1939 yılının Noel’iyle birlikte durum tersine dönmeye başladı. Milletler Cemiyeti, “Uluslararası Tugaylar”ın İspanya’yı terk etmesi yönünde karar aldı. Hitler ve Mussolini’nin tehditlerinden çekinen Fransa ve İngiltere “müdahale etmeme” politikasında takılıp kaldılar. Münih’te Hitler Almanyası ile anlaşan Stalin, İspanya Cumhuriyetçilerine verdiği desteği kesti. İspanyol Cumhuriyeti artık yalnız kalmıştı. 26 Ocak 1939 tarihinde Franco’nun askerleri Barcelona’ya girdi. Cumhuriyetin önde gelen isimleri ve Barcelona halkı, Pirene Dağları’nı geçerek Fransa’ya sığındılar. 500 binden fazla İspanyol mülteci için iç savaş bitmiş, yabancı bir ülkenin topraklarında mülteci hayatı başlamıştı. 27 Şubat tarihinde Fransa yeni Franco Hükümeti’ni resmen tanıdı. Bunu İngiltere izledi. Batılı müttefiklerinin bu korkunç ihanetine karşın, Cumhuriyetçiler, Valencia ve Madrid’le hâlâ direniyorlardı. 27 Şubat 1939’da General Casado, Franco’dan Madrid ve Valencia kentleri için ateşkes talebinde bulundu. Ancak, bu öneri Franco tarafından reddedildi. 30 Mart günü bu kentler de Milliyetçilerin eline geçti. 1 Nisan günü, Franco Hükümeti’nin geçici başkenti Burgos’ta yayınlanan bir bildiri, üç yıl süren çatışmalara son noktayı koyuyordu: “Bugün Kızılların ordusu esir alınmış ve silahtan arındırılmıştır, Milliyetçi birlikler en son hedefleri ele geçirmişlerdir. Savaş bitmiştir…”

General Franco, 18 Temmuz günü başlattığı ayaklanmayı 3 yıl süren kanlı bir çatışmadan sonra zafere dönüştürmüştü. Ama bu bir Pirius zaferiydi… Yani, yenenin de yenilen kadar darbe yediği acı bir zafer… İspanyol halkı, asırlardan gelen karşılıklı nefretleri ve kardeş kavgalarını çok ağır bir bedel ödeyerek çözümlemişti: 986 gün süren çatışmaların bilançosu 600 bin ölüydü… Bunların 300 bini çatışmalarda hayatını kaybetmiş, 100 bini kurşuna dizilmiş ve 200 bini de hastalıklardan ölmüştü… Yarım milyondan fazla İspanyol da ülkesini terk edip, komşu ülkelere mülteci olarak sığınmıştı…Ancak tüm bu yaşananlar, gelecekteki daha kanlı günlerin habercisiydi. İkinci Dünya Savaşı’nın kara bulutları çoktan Avrupa’yı sarmıştı. İspanya Savaşı, askeri açıdan büyük ölçüde bu büyük hesaplaşmanın bir provasıydı. Nitekim İspanya İç Savaşı’nın bittiği gün Mussolini damadına şöyle yazıyordu: “Elimdeki atlasın İspanya sayfası tam üç yıl boyunca açık kaldı. Artık yeter. Şimdi atlasın diğer sayfalarını açmamızın zamanı geldi…”

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.