Istırabı Dinmeyen Deha: Vincent Van Gogh

İnsanlık dramını Van Gogh kadar büyük bir kudretle verebilen pek az sanatçı vardır. Maceralarla dolu hayatı boyunca hep fizik ötesi kuvvetlerin etkisi altında yaşamış, düşünmüş, çalışmıştı. Evrenin enginliği içinde yeni bir şey yaratmak kaygısıyla çırpınmış, ruh ve bedeni bu çırpınışla paramparça olmuştu. Öte yandan onun kadar dindar ikinci bir sanatçı daha yoktu. Sanatına Tanrı fikrinin egemen olması da bu inancın sonucuydu. Kısa süren hayatı boyunca cebinde hep aynı kitabı, Thomas a Kempis’in İsa Peygamber konusunda bir incelemesini, taşıdı; resim yaparken de doğanın ulu yaratıcısını; Tanrıyı aradı. Bu sebeple sanatı bir misyoner gözüyle gördü, hep bu düşünce altında çalıştı. Dini konularla doğrudan doğruya uğraşmadığı halde, her resmi, dine karşı olan inancını belirli şekilde gösterir. Bu büyük insandan bugün için elimizde bulunan eserlerin sayısı sekiz yüzün üstündedir. Başka bir sanatçının bir asırlık ömre bile sığdıramayacağı bu sekiz yüz şaheseri Van Gogh topu topu on yıl içinde yaratmıştır. Çünkü yirmi altı yaşında resme başlamış, otuz yedisine basmadan bu dünyadan göçüp gitmiştir. Van Gogh’un şahsiyeti ile eseri arasında sıkı bağlar bulunduğu için, Van Gogh’un hayatını adım adım takip etmek gerekir.

Brabant topraklarının Hollanda tarafında bulunan Groot Zundert köyünde 1849 yılından beri rahiplik eden Theodor Van Gogh, 1851’de saray mücellidi Carbentus’un kızı Anna Comelia ile evlenmiş, bu izdivaçtan 30 Mart 1853’te Vincent Willem doğmuştu. Van Gogh ailesinin kökleri 16. yüzyıla kadar uzanır. Bu adı taşıyanlar içinde ünlü kuyumcular, din adamları, hatta sanat tabloları tacirleri bulmak olanaklıdır. Van Gogh’lar fakir ama dürüst, prensip sahibi ve birbirlerine bağlı insanlardı.

Vincent daha yürümeye başladığı andan itibaren, başka çocuklara benzemeyen, garip bir yaradılışta olduğunu belli etmeye başladı. Yalnızlıktan hoşlanıyor, en ufak bir şey karşısında hırçınlaşıyordu. Saatlerce tek başına kırlara çıkar, kimsenin birlikte gelmesine tahammül edemezdi. Sadece kardeşi Theo’yu yanından kovmaya eli varmadığı için, yanı sıra yürümesine göz yumardı. Ama saatler süren bu gezintilerde ağzını açıp tek söz etmediği olurdu. Bu garip, inatçı huyu haklı olarak ailesini kuşkulandırıyordu. Vincent’ın kızkardeşi Elizabeth onun çocukluğunu “iletişim kuramayan, sakarca çevrede dolaşan, başı aşağıda, kendisine bile yabancı bir çocuk” diyerek tanımlayacaktı

Okuma çağına gelince önce Groot Zundert köy okuluna, sonra da Zevenbergen’deki bir okula yatılı olarak verildi. Ailesi fakir olduğu için bir an önce hayata atılıp kendi yağında kavrulması gerekiyordu. Bu düşünce ile okuldan alınarak, Den Haag (La Haye) şehrinde bir galerinin müdürü olan Vincent “Cent” adındaki amcasının yanına çırak olarak yerleştirildi. Burası merkezi Paris’te bulunan ünlü Goupil galerisinin şubesi idi. Görevi, mağazaya gelen kitapları sandıklardan çıkarmak, arada bir rafların tozunu almak ve reprodüksiyonları sıraya koymaktı. Boş vakitlerinde şehrin müzelerini dolaşmaya başladı. Böylece edebiyatla resim sanatına karşı içinde büyük bir heves uyandı. Bu yıllarda, bir süredir Ooster- Wijck’e yerleşmiş bulunan ailesiyle birlikte oturan on beş yaşındaki kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplardan her biri sanat tarihine geçmiş vesikalardır. Uzun monologlar şeklinde kaleme alınmış bu mektuplar öğretici bir hava taşımaktadır.

İlk Aşk, İlk Bunalım

1873 yılının Mayıs ayında Goupil’in Londra şubesine gönderildi. Dickens’in romanlarından tanıdığı sislerle kaplı bu dev şehir onu bir anda büyülemişti Londra’nın fakir mahallelerinde tarif edilmez bir perişanlık içinde yaşadıkları halde, her biri başlı başına bir hayat filozofu olan sefil insanlara karşı büyük bir yakınlık duydu. Aşk konusunda ilk hayal kırıklığını yine bu kentte tattı. Oturduğu pansiyonun, Ursula Loyer adındaki kızına bir anda tutuldu. Kız da ona karşı yakınlık gösteriyordu ama sisli bir akşam vakti Thames Nehri kıyılarında el ele dolaşırlarken Vincent’in evlenme teklifine Ursula, korkunç bir kahkaha ile karşılık vererek sislerin içinde kayboldu gitti. Bu kahkaha Vincent’in uzun müddet kulaklarında çınladı, kafasını altüst etti. O eve bir daha ayak basmadı. Bilinçsizce Thames kıyılarında dolaştı durdu. Bu arada birkaç karalama yaptı, ama hepsini de paramparça ederek nehrin bulanık sularına attı. Birkaç gün sonra Hollanda’ya döndü. Ailesi o arada tekrar göç etmiş, bu defa Etten kasabasına yerleşmişti.

Ursula’nın hayali onu bir karabasan gibi kovalıyordu. Zihni iyiden iyiye bulanmaya başlamış, bakışlarına garip bir ifade gelmişti. Çabuk sinirleniyor, en ufak bir şeyden nem kapıyordu. Onu avutan tek şey resimdi. Sehpanın başında her şeyi unutuyor, ama işini bitirince yeniden kara düşüncelere dalıyordu. Ekimde tekrar Londra’ya döndü, gidip Ursula’yı aradı ama boşuna… Kız, Vincent’in yüzünü bile görmek istemiyordu.

Ruhi perişanlık içinde geçen kış aylarından sonra 1875 baharında Goupil şirketinin Paris’teki merkezine atandı. Burada da inzivaya çekildi. Kimse ile konuşmuyor, kendi aleminde yaşıyordu. Tek başına Louvre Müzesi’ne gider, klasik şaheserlerin karşısında saatlerce durur, onları büyük bir hayranlıkla seyrederdi.

Günler geçtikçe dine karşı eğilimi gittikçe arttı. Tek dostu olan Harry Gladwell adında genç bir İngilizle odasına kapanarak saatlerce kutsal kitaptan bölümler okumaya başladı. Çoğu zaman bütün bir gece devam eden bu kıraat, ertesi sabah yorgun düşmesine sebep olduğu için, iş gücünü belirli şekilde kırıyor, sinirini büsbütün bozuyordu. Müşteriye karşı lakayt davranmaya, olur olmaz yerde bağırıp çağırmaya başladı. Noel yortusuna doğru izin almaya bile lüzum görmeden ailesini ziyarete gitmesi üzerine dönüşte patronu tarafından ilk ihtarı aldı. Kararsızlık içinde geçen birkaç aydan sonra yeniden Etten’e gitti, ama, bu defa patronunun ihtarına lüzum kalmadı. Çünkü istifasını göndermişti.

Ailesi, Vincent’in bu davranışına çok üzüldü. Hele din adamı olmak istemesine bir türlü akıl erdiremedi.

Kardeşi Theo ise ressam olmasını istiyordu. Ama Vincent’in cevabı şu oldu: “Ben bu kararı tek başıma almıyorum. İçimde bulunan gizli bir kuvvet bunu bana emrediyor. Bu sebeple babam ve büyükbabam gibi rahip olmam gerekiyor.”

Vincent ertesi sabah gazetelerde İngiltere’de çalışmak üzere Alman ve Fransız dillerini bilen bir öğretmen arandığına dair bir ilan okudu. Her iki dili de yeteri kadar bilmediği halde hiç vakit kaybetmeden Britanya adasına geçerek Kent eyaletindeki Ramsgate kentinin bir yatılı okulunda yardımcı öğretmenlik görevine girdi. Burada daha çok fakir aile çocukları okuyordu. 1876 yılı Temmuzunda aynı okul Londra’nın en sefil kenar mahallelerinden biri olan Isleworth’a nakledildi. Vincent burada da işine devam etti. Okulun müdürü, tam Charles Dickens’in romanlarında yaşattığı cinsten, katı yürekli, gaddar bir adamdı. Bir gün, Vincent’den, öğrencilerin evlerine giderek, ailelerinden ders paralarını tahsil etmesini istedi. Fakat idrar ve pislik kokan bu yıkık dökük perişan evlerden daha ilkine ayak basar basmaz irkildi. Gözlerinin önüne serilen bu sefalet tablosu karşısında dili tutuluverdi. Öteden beri beslediği merhamet duyguları ile dine karşı olan eğilimi bir anda galebe çaldı. Artık kararı kesindi; kendini tamamen dine verecek, yani rahip olacaktı.

Öğretmenlikten istifa ederek Jones adındaki bir metodist rahibin evine taşındı. İngilizceyi son derece kötü konuştuğu ve aslında da iyi bir hatip olmadığı halde, fakir mahallelerde, sokak ortasında dini sohbetler yapmaya başladı. Bu konuşmalarında hüzünle ıstırabı, neşe ve mutlulukla kıyaslıyor, bunları çözümlüyor, değerlendiriyor, sonunda da bir fikirler kördüğümü haline getiriyordu. Böylece dinleyenlere manevi destek olmaktan çok, istemeyerek de olsa yaralarını büsbütün deşmiş oluyordu.

Yağmur, çamur, kar, fırtına demeden aylarca bu amatör mesihlik görevine devam etti; sonunda da hem ruhen hem bedenen hastalandı. 1876 yılının Noel’inde perişan bir halde Hollanda’ya döndü. Bir süre Etten’de, ailesinin yanında dinlendi. Ama bu aile yetişkin bir insanı uzun müddet besleyecek kadar varlıklı olmadığı için, hiç değilse cep harçlığını çıkarabilecek bir iş tutması gerekiyordu. 1877 yılı başında Dordrecht’teki bir kitapçı dükkanına tezgahtar olarak girdi. Ama burada da sadece birkaç ay barınabildi. Öylesine dine bağlanmıştı ki, papazlar gibi kapkara cüppeler giyerek dolaşıyordu. Oğullarının bu davranışı karşısında artık başka çıkar yol bulunmadığını anlayan aile, nihayet Vincent’in rahip olmak isteğine boyun eğdi. Amsterdam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin Protestan Teolojisi Bölümüne devam edebilecekti.

Van GoghAmsterdam’a giderek amcası Jan’ın evine yerleşti. Üniversite kabul sınavlarına hazırlanmaya başladı. Okulu vaktinden önce bıraktığı için Yunanca ve Latinceyi kendi kendine öğrenmesi gerekmekteydi. Kahredici bir azimle geceyi gündüzüne katarak çalıştı. İğne ipliğe dönmüş, sinirleri keman yayı gibi gerilmişti. Grek ve Latin dillerinin temel kurallarını iyiden iyiye öğrenmiş, sınav için gerekli olan öbür konulara da dört başı mamur olarak hazırlanmıştı. Ama sonuç yine de bütün umudunu bir anda kırdı. 1878 Temmuzunda sınavı verdiği halde, kabul edilenler listesinde adı yoktu. Hasılı, üniversiteye alınmamıştı. Hedefine ulaşamamış olmanın üzüntüsü içinde kıvranırken Brüksel’de kısa zamanda misyoner yetiştiren bir okulun bulunduğunu öğrendi, “insanlık ıstırabını dindirmek için rahip olmak şart değil ya” diyerek Brüksel’e gitti. Niyeti üç ay süren bir kurstan sonra Borinage’daki maden ocaklarında, boğaz tokluğuna en sefil şartlar altında çalışan amelelerin arasında misyonerlik görevine başlamaktı. Ama işler bu defa da dilediği gibi yürümedi. Brüksel’deki okulda Fransızcasını yetersiz, konuşma tarzını acayip ve insicamsız buldular. Vincent’in gerçekten de kendine has bir dili vardı. Konulara dosdoğru girer, sözcükleri süslemeye gerek görmeden gelişi güzel konuşurdu. Bu nedenle “Evangeliste” unvanını da alamadı. Vincent’in bu durum karşısında sinir buhranları büsbütün arttı. Oğlunun bu işe layık görülmemesi babasının da mesleki gururunu iyice zedeledi. Rahip Van Gogh hemen Brüksel’e giderek Protestan kiliseleri başrahipliğine bu konuda bir dilekçe verdi. Neticede Vincent’e hiç değilse “serbest vaiz” unvanı tanındı ve Mons kenti civarındaki bir kasabaya atandı. Böylece arzusu gerçekleşiyor, Borinage bölgesinin perişan maden ocaklarındaki görevine başlıyordu.

Bu pis, sefil yerin basit insanları arasında temiz, itinalı kıyafeti ile kendi kendinden utanmaya başladı. Bir bavuldan ibaret giyim eşyasını komşularına dağıttı, kendine kaba çuhadan bir pantolon dikti, sırtına eski bir asker ceketini geçirdi ve sefil bir barakada oturmaya başladı. Ocağın kenarında kıvrılıp yatıyor, odasını süpürmeye, elini yüzünü yıkamaya bile gerek görmüyordu. 50 franklık cılız maaşını bu fakir insanlara dağıtıyor, vaktinin büyük bir kısmını yatalak hastalara kutsal kitaptan bölümler okumakla geçiriyordu. Çevresindeki bu sefalet tablosu sanat yönünden de hayal aleminde etkiler yapmıştı. Çöplükten paçavra ile yanmış taş kömürü toplayan kadınların ıstıraptan şekil değiştirmiş yüzlerini, paramparça kılıkları içinde zıpzıp oynayan yüzü gözü kirli çocukları, bumburuşuk ihtiyarları birer karakter tablosu halinde çizmeye başladı. Vincent’in zorla sefaleti benimsemek kaygısıyla öz kalıbından sıyrılması basit köylüleri bile hayrete düşürmüştü. Kendisini çok sevmekle beraber, ona gerçek bir din adamı gözüyle bakan pek yoktu.

Van Gogh Mistik Bir Çılgın…

Van Gogh Pataes Yiyenler1879 yılı Ocak ayında yine aynı bölgedeki Wasmes kasabasına rahip yardımcılığı göreviyle atandı. Burada da aynı hayatı sürmeye devam etti. Vincent’in misyon çalışmalarının yankıları kısa zamanda uzaklara kadar ulaştığı için, bağlı bulunduğu kilise, bu idealist gencin çalışmalarını yakından görebilmek için Borinage’a bir müfettiş gönderdi. Ama müfettiş, Vincent’in bu zoraki sefaletini yersiz bulduğu, “rahiplik mesleğinin saygınlığını zedelediği”  için hakkında bir rapor hazırlayarak kilise başkanlığına yolladı. Bu raporda Van Gogh’un tutumu “mistik bir çılgınlık”olarak nitelendiriliyordu. Öte yandan, alışık olmadığı bu yaşama tarzı ve bilhassa müthiş sigara tiryakiliği sağlık durumunu endişe verecek şekilde bozduğu için, kiracısı bulunduğu fırıncı ustasının karısı, bir mektupla durumu ailesine bildirdi. Üç gün sonra Wasmes’e gelen babası bir deri bir kemik haline gelmiş olan oğlunu basit bir ot minderin üstünde yatar bulunca, hemen kendisiyle birlikte eve dönmesini istedi. Vincent fazla diretmeyerek evinin yolunu tuttu. Van Gogh’un misyonerlik hayatı da böylece sona erdi.

Artık ağır ağır dinden ayrılıyor, kendini daha çok resim sanatına veriyordu. Ama bu konuda yeteri kadar bilgisi yoktu. O sırada kuzey Fransa’daki Courrieres kasabasında Jules Breton adında vasat bir ressam yaşıyordu. Vincent tablolarının taşıdığı sosyal karakter sebebiyle bu adamdan nedense çok hoşlanıyordu. 1880 kışında parasız pulsuz ve yaya olarak bu ressamla tanışmak amacıyla yola çıktı. Geceleri köy evlerinin samanlıklarında veya açık havada yattı. Ama Courrieres’e kadar geldiği halde, nedense Jules Breton’un kapısını çalmadan geri döndü.

Bir süre köy köy, kent kent serseriler gibi dolaştı. Nihayet bir gün kendini tekrar aile ocağında buldu. O sırada Paris’te oturan Theo’dan bir mektupla birlikte bir miktar para aldı. Çoktandır ihmal ettiği bu müşfik kardeşin davranışı onu çok utandırdı. Hemen uzun bir cevap yazdı. Bu mektubunda başarısızlıklarından, ıstırabından dem vuruyor, bu durumunun düzeleceğini umut ettiğini, artık kendini tamamen resme vermek istediğini yazıyordu.

Tek başına daha fazla çalışamayacağını anlayınca Brüksel’e gitti. Bu yeni çevrede ruhi bakımdan belirli bir huzura kavuşan Van Gogh birkaç ay verimli olarak çalıştı. Ama çok geçmeden tekrar buhranlı günler başladı. Avunmak için 1881 Nisanında Etten’e dönünce bu buhran büsbütün arttı. Çünkü kendisinden yedi yaş büyük olan dul kuzeni Kee Vos-Stricker’e aşık olmuştu. Ölen kocasına çılgınca bağlı bulunan bu kadın, Vincent’in evlenme teklifini reddedince korkunç krizler yeni baştan yoklamaya başladı. Ahlak kurallarını her şeyin üstünde tutan babası ile de bu arada adeta saç saça baş başa geldiler.

Aynı yılın Aralık ayında Den Haag’a giderek Mauve, Breitner, de Brock gibi sanatçılarla birlikte çalışmaya başladı. Ama bütün bu ressamların akademik anlamından kısa zamanda usandı. Günlerden bir gün korkunç bir sinir krizi sonunda Mauve’un atölyesindeki bütün heykelleri kırdı döktü, resimleri paramparça etti. Oysa, aynı zamanda kuzeni olan ressam Anton Mauve onu büyük bir şefkatle bağrına basmış, yedirmiş içirmiş, bir dediğini iki etmemişti. Bu sıralarda Vincent’in hayatına yeni bir macera karışmış bulunuyordu. Model olarak kullandığı asıl adı Clasina Maria Hoornik olan Christine adında sefil bir fahişe ile yaşamaya başladı. Kısaca “Sien” adını taktığı bu kadın başka bir adamdan hamile kalmıştı. Vincent, sevgisine mukabele etmek istemeyen diğer kadınlara karşı beslediği duyguları şimdi bu kadına karşı besliyor, üstelik de acıyordu.

Christine Temmuzda, Leyden kentinde bir erkek çocuk doğurdu. Vincent bu çocuğun yaşayabilmesi için dilenciler gibi kapı kapı dolaşarak sulu boya resimlerinden birkaçını güçlükle sattı. Ama kadın kendini tamamen içkiye vererek güçlükle kazanılmış bu paraları yok etti. Oğlunun böyle aşağılık bir kadınla aynı çatı altında yaşamasını bir türlü hazmedemeyen Rahip Van Gogh, Den Haag’a giderek bu kadını bırakması için adeta yalvardı. Ama Vincent babasının bu isteğini reddetti. Çünkü çocuğu taparcasına seviyordu. Bunu takip eden aylar Vincent için çok çetin oldu. Manevi ıstırap yetmiyormuş gibi, açlık, perişanlık da yakasını bırakmıyordu. Christine bu arada başka erkeklerle de eskisi gibi pervasızca gönül eğlendirmeye devam ediyordu. 1883 Temmuzunda Vincent nihayet ağır şekilde hastalandı. Böylece Theo’nun da araya girmesiyle Sien’den ayrılmaya razı oldu. Babası bu sıralarda, Katoliklerin çoğunlukta olduğu Nuenen kentinde rahiplik görevine yeni başlamış bulunuyordu. Vincent bu defa ailesinin yanında tam iki yıl kalacaktı.

Nuenen’de atölye olarak kullandığı rahipler lojmanının çamaşırhanesinde bir yandan daha çok köy yaşamı ile ilgili konularda resim yapıyor, öte yandan da Dickens, Carlyle, Beecher – Stowe gibi yazarların eserlerini okuyordu. Birçoklarının nazarında değersiz, geçimsiz, acayip bir insan olduğu halde, hayatından yine de memnundu; “Ahenk içindeyim, bana sakin, temiz bir müzik gibi geliyor bu” diyordu. Ama bu ahenkli günler yine de uzun sürmedi, kendisini hayat yolunda takip edecek olan kötü yazgısı bir defa daha yakasına yapıştı. Pek güzel sayılmamakla beraber, son derece içli, duygulu bir insan olan Margot Begemann adındaki komşu kızı kendisine aşık oldu. Vincent kızı sevmediği halde acıdığı için evlenmeyi kabul etti. Fakat bu kez kızın ailesi izin vermeyecek ve kızlarını eve kapatacaktı. Margot intihar teşebbüsünde bulunduysa da ölmeden kurtarıldı. Vincent’in son aşk macerası da böylece bitti. Bunu birkaç ay sonra daha büyük bir felaket takip etti: 27 Mart 1884’te babası bir inme sonucu aniden öldü…

İlk Başyapıt: Patates Yiyenler

van-gogh-yildizli-geceSanatçının garip mizacı çevresinde endişe uyandırmaya başlamıştı. Model olarak kullandığı kızlardan birini hamile bırakmakla suçlanınca, bölgenin Katolik kiliseleri başrahibi, cemaatine dahil bütün genç kızları bir araya toplayarak, bu çılgın ressama modellik etmemelerini, aksi halde bir daha kiliseye ayak basamayacaklarını kesin bir dille bildirdi. Bunun üzerine korkudan kapısını çalan olmadı. Loş atölyesinde tek başına çalışıyor, kendi kendine yüksek sesle nutuklar veriyor veya okuyordu. Bu çağda yaptığı resimler tam içinde yaşadığı çevreye uygundu. Kapkara bulutları ile haşin, abus çehreli doğası ve içinde yaşayan insanları yine koyu, kasvetli renklerle canlandırıyordu. Konular hep eşitti: Köy yaşamından sahneler, Millet’den kopyalar, eşyaları günlük hayattan seçilmiş natürmortlar, yağmurlu, nemli Hollanda manzaraları. Seçtiği konulara sosyal bir hava vermekle beraber, oldukça sert çizgileriyle yer yer Daumier’yi, hatta Frans Hals’i hatırlatan tarafları vardı. Bu resimlerin en önemlisi olan “Patates Yiyenler” için ekspresyonizmin öncüsü diyenler bile vardır.

Babasının ölümünden sonra Nuenen gibi gerici bir taşra kentinde oturmanın vakit öldürmekten başka bir işe yaramayacağını anlayan Van Gogh, 1885 yılı Kasım ayında birkaç resim satmak umudu ile Anvers’e gitti. Muazzam limanı, hareketli havası, bilhassa Rubens’in resimleri ile Anvers ona ruhları ferahlatıcı bir meltem gibi geldi. Antikacıları, eski kitapçıları dolaşırken gözüne ilk defa Japon estampları ilişti. Bu sanata hayran kaldı. Burada kısa süre Karel Verlat’ın atölyesinde çalıştıktan sonra kardeşi Theo’dan aldığı bir mektup üzerine Paris’e gitti.

Van Gogh 1886’dan 1888 e kadar kaldığı Paris’te hep Theo ile birlikte yaşadı. Hali vakti oldukça düzgün olan Theo, fakir kardeşi için paralanıyor, onu büyük bir şefkatle besliyordu. Uzun müddet yapayalnız yaşadıktan sonra gördüğü bu yakınlık Vincent’i ruhi bakımdan da biraz huzura kavuşturmuştu. Dört ay müddetle çalıştığı Cormon atölyesinde Monet, Renoir, Pissarro ile tanıştı. Bilhassa Pissarro’dan, açık renk dizileriyle, renk değerlerini ayırmak sanatını öğrendi. İşte böylece ilk defa olarak çağdaş sanatçıların çalışmalarıyla kendi denemelerini kıyaslamak, sanat konusunda tartışmak olanağını bulmuş oluyordu. Öte yandan Louvre’da çok sevdiği Delacroix ile Rembrandt’ın sanatını da aynı hayranlıkla incelemekteydi. Louvre’dan sonra en çok uğradığı yer Bing Galerisi idi. Çünkü burada çağın en ünlü Japon estampları koleksiyonu vardı. Bu sıralarda yaptığı resimlerde gelenekçi sanata karşı belirli bir yakınlık duyduğu görülür. “Çıplak” işte bunun bir örneğidir. Resimde henüz Van Gogh’a has o cüretli fırça, o pırıl pırıl renkler yoktur.

1886 yazının son günlerinde bu şehirde, çoktandır sanatına hayran olduğu Gauguin’le tanıştı. Hemen dost oldular, hatta kendisine, birlikte bir sergi açmak teklifinde bulundu. Anquetin, Emile Bernard, Lautrec, Signac, Seurat gibi sanatçıları da ikna ederek bir topluluk kurdular. O ana kadar Paris’te bütün gayretine rağmen tek resim satamayan Vincent, bu sergi ile mali durumunu biraz olsun düzeltebileceğini umut etti. Şimdi sıra sergiyi açacak uygun bir yer bulmaya gelmişti. Uzun çabalardan sonra Clichy Bulvarındaki bir lokantanın sahibi ile bu konuda anlaştılar.

Resimler lokantanın duvarına asıldı, ama çok geçmeden lokantacı resimleri olduğu gibi indirerek, kapının önüne attı. Sebebini soran sanatçılara da şöyle dedi: “Bu resimler karşısında müşterilerimin iştahı kapandı, dükkanıma uğramaz oldular. Onun için kaldırmak zorunda kaldım.”

Bu başarısızlıklar dizisi Vincent’in hevesini yeniden kırmaya başlamıştı. Huysuzluğu gün geçtikçe artıyor, davranışları Theo’nun bile sabrını taşırıyordu. İşte bu bezginlik içinde ilk intihar teşebbüsünde bulundu, ama ölmedi. İlkbaharda Signac ve Emile Bemard’la birlikte sık sık açık havaya çıkarak, manzaralar yaptı. Böylece biraz düzelir gibi oldu. Bu arada bilhassa Grande Jattc adasında oturan Seurat ile buluşuyorlar, sanat konusunda ilgi çekici sohbetler yapıyorlardı. Bu sırada yaptığı resimlerin en önemlilerinden biri olarak “Pere Tanguy” portresini sayabiliriz. Bütün çağdaş ressamların hamisi sayılan bu ünlü resim malzemesi tacirini Vincent Japon estamplarından aldığı ilhamla canlandırmış, tabloda tamamen empresyonistlerin açık, berrak renklerini kullanmıştır. Sonbaharın yaprakları dökmesiyle ruhu yeniden kararmaya başladı. Öte yandan içki ile sigara sağlığını iyiden iyiye bozmuştu. Kardeşinin sırtından geçinmek ağır geldiği için günlerce eve uğramıyor, dolayısıyla de yeteri kadar beslenemiyordu. Nihayet Lautrec’in tavsiyesiyle, “Artist Colony” diye anılan bir sanat grubu kurmak için Paris’i terk ederek güneye gitmeye karar verdi. Bu iş için de Arles’i seçti.

Van Gogh Arles’de

Van Gogh deyince hatıra her şeyden önce Arles gelir. Çünkü bu şirin güney kentinde geçirdiği on beş ay, hayatının, bilhassa sanatının en önemli bölümü sayılır. Arles’da her şey bambaşkaydı. Doğa daima değişen bir ışıkla yıkanıyordu. Burada mavi, gerçekten mavi, sarı, gerçekten sarıydı. Kupkuru, kavruk tarlaları bile son derece çekici buluyordu. Mevsim kış olduğu için hava kuru ve soğuktu. Ayaza rağmen açık havada çalışmaktan zevk duyuyordu. Nisanda son kar tanecikleri altından tomurcuklar çatlamaya başlarken Japonya’da bulunduğunu sandı. Onun için yepyeni bir dünya olan bu yerde durmadan, dinlenmeden çalışmaya devam ediyor, Theo’ya yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Ağaçların çiçek açma mevsimi öyle kısa ki, bu olağanüstü doğa olayı ile nasıl yarışacağımı bilemiyorum.”

Kısa zamanda odasının duvarları pırıl pırıl resimlerle doldu. Mavi, eflatun ve sarının egemen olduğu bu resimlerde başlıca konular ayçiçekleri ve kır çiçekleriyle kaplı tarlalardı. Yaz ayının ilk günlerinde civardaki Les-Saintes-Maries de-la-Mer kasabasına giden sanatçı burada ilk defa Akdeniz’i keşfetti. Sabahları çok erkenden kalkıyor, balıkçıların denize açılmalarını seyrediyordu. Sainte-Maries’nin kadınları onun nazarında Giotto’nun klasik kahramanlarından daha güzel, daha alımlıydı: “Deniz burada öylesine bambaşka ki, yeşil mi, yoksa eflatun mu insan kestiremiyor. Akdeniz’i gördükten sonra, renk konusunda hasis davranılamayacağını kesin olarak anladım.”

Arles’a dönüşünde bu şirin kent yazın tam ortasında bulunuyordu. Çevresindeki doğaya bu kere egemen olan renkler altın, bronz ve bakır, gökyüzü ise yeşile çalan maviydi. Gözün alabildiğine uzanan kuru, taşlı Crau Ovası’nda, göğe yer yer yükselen koyu yeşil selviler karşısında büyük bir aşkla çalışıyor, kavurucu sıcağa rağmen tarlaların ortasında sehpa kurarak saatlerce güneşe karşı adeta mücadele ediyordu. Gece bastırıp da el ayak ortadan çekilince, o yatağına girmiyor, tekrar kırlara açılıyordu. Vincent’in bu gece manzaraları arasında en önemlilerinden biri sayılan “Yıldızlı Gece”yi hasır şapkasına bir mum takarak yapmıştır. İkinci önemli gece resmi de “Arles’da Kahvehane” adlı resimdir. Bu ahenkli kompozisyonda ana renkler sarı ile mavidir.

Van Gogh’un Kulağını Kesmesi

van gogh kesik kulak1888 Ekiminin yirminci günü Vincent’in hayatında bir dönüm noktası sayılır. Çünkü bu, Gauguin’in Arles’a geldiği gündür. Dostu, Vincent’i çok yorgun, hatta bitkin buldu. Gerçekten de Vincent bir müddettir şiddetli baş ağrılarından şikayetçiydi. Gözleri de yanıyordu. Ama Gauguin’i yine de sevgiyle bağrına bastı, birlikte oturdular ve birlikte çalıştılar. Vincent’in savruk, derbeder karakterine karşılık, son derece muntazam bir adam olan Gauguin evin idaresi işini üzerine aldı. Resimlerinin satışından temin edecekleri kazancı bile paylaşacaklardı. Karar buydu. Fakat ne var ki çok geçmeden aralarındaki görüş farkı kendini göstermeye başladı. Sohbetleri kısa zamanda tartışma halini alıyor, şiddetli bir kavga olarak bitiyordu. Bu tartışmaların sebebi aslında bir incir çekirdeğini bile dolduramayacak kadar küçüktü. Gauguin örneğin, Vincent’in Daumier, Daubigny, Rousseau gibi sanatçılara karşı hayranlık duyduğu halde, hangi akla hizmetle Ingres, Raphael ve Degas’yı reddettiğini bir türlü anlamıyordu. Montpellier Müzesinde Rembrandt konusunda yaptıkları bir tartışma sonunda öylesine kapıştılar ki, civardan yetişip ayıran olmasaydı, ikisinden birinin müzeden sağ çıkması belki de mümkün olamayacaktı .

Ama yine de birbirlerine karşı kin gütmüyor, çarçabuk barışıveriyorlardı. Haftalar böylece geçti. 23 Aralık’ta Vincent, arkadaşının bir portresini bitirmiş, akşam meyhanede karşılıklı birkaç kadeh içmişlerdi. İşte o anda yeniden kafası kızan Van Gogh, arkadaşını ölümle tehdit etti. Gauguin ise bu sözleri, sarhoşluğun doğal bir sonucu saydığı için, pek aldırmamış, hatta koluna girerek eve götürmüş, yatağına yatırmıştı. Vincent ertesi sabah özür dilediği halde, beriki artık buralarda duramayacağını, Paris’e dönmek istediğini bildirdi. Gün boyunca aralarında gergin bir hava esti. Arkadaşı Gauguin’in kendisini terk edeceğinden korkuyordu. Bu gergin durum, 23 Aralık 1888 gecesi bir krizle sonuçlandı. Akşama doğru Gauguin biraz dolaşmak niyetiyle sokağa çıktı. İşte o anda arkasında ayak sesleri duydu. Dönüp bakınca Vincent’in bir uyurgezer gibi üzerine doğru geldiğini gördü. Elinde koskoca bir ustura vardı. Göz göze geldikleri zaman Van Gogh bir an için olduğu yerde dondu kaldı, sonra gerisin geriye dönerek koşa koşa evine gitti. Sol kulağının neredeyse tamamını bu ustura ile kesti. Kesik kulağın kanını temizledikten sonra itina ile sararak Arles’daki genelevlerden birine götürdü, İyi tanıdığı Rachel adındaki bir sermayeye, “Al cicim, sana bir hediye getirdim…” diyerek uzattı ve çıkıp gitti.

Gaugin’in kendisini tek edip Paris’e döneceği ve yalnız kalacağı korkusu, Van Gogh’un sol kulağını kesmesine neden olmuştu. İleride kulağını kesmesini “sanatçı saçmalığı” olarak adlandıracaktı ama artık olan olmuştu.

Dehşete kapılan fahişe bir anda bütün mahalleyi ayağa kaldırdı ve çok geçmeden Van Gogh’un kulağını kesmesini bütün Arles’da duymayan kalmadı. Korkudan geceyi başka yerde geçiren Gauguin ertesi sabah eve döndüğü vakit, kapının önünde büyük bir kalabalıkla karşılaştı. Eşikte kan izleri vardı. Bir solukta içeri girdi. Vincent sapsarı kesilmiş yüzüyle yatakta hareketsiz yatıyordu. Yaklaşınca sadece baygın olduğunu anladı. Çok geçmeden ayıldı. Büyük bir sakinlikle piposunu istedi; birkaç nefes çektikten sonra da kendisini almaya gelen jandarmalara karşı hiçbir mukavemet göstermeden Saint-Paul hastanesinin yolunu tuttu. Başhekim Dr. Rej, Vincent Van Gogh’un korkunç dehasını keşfeden ilk insanlardandı. Bu anlayışlı hekimin iyi bakımı sayesinde biraz düzelince iki hafta sonra taburcu edildi. 1889 yılının 7 Ocak günü evine döner dönmez ilk işi “Kesik Kulaklı Portre”yi yapmak oldu. İnsani unsurlar bakımından bu resimle kıyaslanabilecek ikinci bir portre daha yoktur diyebiliriz. Kesik kulağı gizleyen sargı, uçuk beniz, birbirlerine yakın ve boşluğa bakan gözler itirafnamelerin en samimisi, en realistidir. Sanatçı bu resimle ilgili olarak kardeşi Theo’ya yazdığı bir mektupta: “Yaşayan bir ölüye benziyorum” diyordu. Bu portre gerçekten de yaklaşmakta olan felaketin ilk habercisiydi.

Bundan sonra peşi peşine her biri ayrı birer dünya olan resimler vermeye devam etti. Boyaların en cüretlilerini çekinmeden kullanıyor, yepyeni renk dizileri meydana getiriyordu. Yalnız fırça ile yetinmiyor, spatülle, parmaklarıyla veya boya tüpünü olduğu gibi beze sıkmak suretiyle çalışıyordu. Ama bu da uzun sürmeyecekti. İkinci bir krizin ardından komşularını rahatsız etmekte olduğu gerekçesiyle Belediye Başkanı’na şikayet edildi. Arles halkı, Belediye Başkanından, Van Gogh’un akıl hastanesine kapatılmasını talep ediyordu. Yerel polis bu iş için gerekli muameleyi hemen tamamladı: 1889 yılının 9 Mayıs günü Arles’e 30 km. uzaklıktaki Saint-Rémy akıl hastanesine götürüldü. Aslında da Van Gogh, bu şartlar içinde hayatının geri kalan kısmını bir akıl hastanesinde geçirmeye çoktan razıydı.

Burada çok iyi muamele gördü, hatta kendisine özel bir oda bile verildi. Ama yalnızlık korkusunu yenmek için öbür hastalarla birlikte yemeyi, onlarla konuşup, dertleşmeyi tercih ediyordu. Burada geçirdiği günler aynı zamanda en verimli çağı oldu. 200’e yakın tablo, yüzlerce desen yaptı. Bu çalışma gücünü sadece, kısa aralıklarla yoklayan üç büyük kriz engelledi. Bu kriz anlarında kendini tamamen kaybederek kömür tozlarının, çamurların içinde yuvarlanır, hatta boya tüplerini olduğu gibi yutardı. Korkunç bir ruh kompleksi altında eziliyordu. Hiçbir şey olamadığına inanan bu insanın ruhuna hükmeden kara kuvvetleri şöylece sıralamak mümkündü: Rahip olan babasının izinde yürümek istemiş, ama bu konuda kısa zamanda yenilgiye uğramıştı. Ressam olarak da aynı başarısızlığın kendisini beklediğinden korkuyordu. Van Gogh’a konan tanı sara ve şizofreni olmakla beraber hastalığı dış görünüşü bakımından had bir safhada değildi. Gerçekten de epileptik olduğu halde, klasik anlamda sara nöbetleri yerine, krizleri yalnızca fizik ötesi veya dini karakterde halüsinasyonlar şeklinde kendini gösteriyordu. Yani, zararı çevresinden çok kendineydi. Ünlü ruh hekimi Jaspers, Van Gogh’un bu durumunu sonradan haklı olarak “Kişiliğin parçalanması, bölünmesi” şeklinde tarif etmiştir.

Saint-Rémy’de yaptığı resimlerde artık renkten çok ritme, harekete önem verdiği görülür. Çoğunu gardiyan refakatinde açık havada yaptığı bu tablolarda değişik bir anlam vardır. Fırçası büyük daireler çizmekte, gökyüzü ile yeryüzünü bir bütün halinde kaynaştırmaktadır. “Selvili Yol” işte bunun bir örneğidir. Selvi ağacı bu resimde adeta büyük helezonlar çizerek göğe yükselir. Krizler yokladığı zaman odasına kapatıldığı için demir parmaklıklı pencereden bakarak çalışmaya devam etti. Bu manzaralarda özlemini çektiği Hollanda’nın havası sezilir. Bu arada Rembrandt’dan, Delacroix’dan, Millet’den, Daumier’den, Gustave Dore’den de kopyalar yaptı. Bunlarla, öteden beri beslediği sosyal ve dini idealini de gerçekleştiriyordu. Bu resimlerde kullandığı renkler daha ölçülü, daha yumuşaktır.

Saint-Rémy’de geçirdiği son haftalar içinde, arzuladığını elde edememiş olmanın verdiği aşağılık duygusu tekrar tüm benliğini sardı. Bu arada Theo’dan aldığı bir mektupta, bir oğlu olduğunu, adını da Vincent-Willem koyduğunu öğrenince bu duygu büsbütün arttı. Hâlâ kardeşine muhtaç olmak düşüncesi, içli sanatçıyı yiyip bitiriyordu. Aynı günlerde ise Saint-Rémy tımarhanesine mutlu bir haber ulaştı. Albert Aurier’in “Les Isoles” başlıklı makalesi Mercure de France’ta yayımlanmış ve Vincent’in resimleri ilgi odağı olmuştu. Bu sayede Brüksel’deki bir sergide Vincent’in “Kırmızı Üzüm Bağı” adlı resmi 400 franga satılmıştı. Bu, Van Gogh’un hayatı boyunca satılan ilk ve son eseri olacaktı. Theo, kardeşinin günden güne kötüye doğru giden sağlık durumundan endişe ettiği için, Auvers-sur-Oise’a naklini istedi. Vincent alıştığı Saint-Remy’den güçlükle ayrılarak 17 Mayıs’ta Paris’e gitti. Gerek Theo, gerekse genç karısı Vincent’i şefkatle karşıladılar. Ama büyük kentin gürültüsü sinirlerini berbat ettiği için burada sadece üç gün kalabildi. Dördüncü günün sabahı Valmondois civarındaki Isle-Adam’da bulunan Auvers köyüne gitti. Pissarro, Cezanne gibi sanatçıların şahsi dostu, aynı zamanda da amatör ressam olan Auvers hastanesi başhekimi Dr. Gachet ile Vincent daha karşılaşır karşılaşmaz kanları kaynaşıverdi. Tecrübeli hekim, Van Gogh’un sadece çalışma sayesinde şifa bulabileceğini anlamıştı. Kısa zamanda aralarında sıkı bir dostluk kuruldu. Dr. Gachet kendisini hastanede yatırmayıp Saint-Aubin adındaki kahvehanenin üst katında bir oda tuttu. Böylece bu anlayışlı bilim adamı sayesinde yine bağımsızlığına kavuşmuş oldu. Hummalı bir şekilde çalışmaya devam etti. Bu resimlerinde de hareket noktası renkten çok ritimdir. Kıvrak hatlar, helezonlar, daireler yine dikkati çeker. Bu arada Dr. Gachet’nin son derece başarılı bir portresi ile, kendi portresini de son defa olarak yaptı. Yeşilimtırak mavi ile saç, sakalı meydana getiren kızıla çalan sarı, bu resmin ana renkleridir. İfade bakımından portre yepyeni bir vicdan muhasebesi şeklinde önümüze serilir.

Theo’nun her ay başı havale ettiği harçlık haziranda gelmeyince Paris’e gitti. Ama kardeşinin kapısını çalarak dilencilik etmeye eli varmadı. Aç, perişan Paris kaldırımlarında dolaşırken Toulouse-Lautrec ve Emile Bemard’la karşılaştı, fakat onlardan da yardım isteyemedi. Böylece ister istemez tekrar Auvers’e döndü. Dr. Gachet demiryolları işletmesinde de hekim olarak görevli bulunduğu için haftanın belirli günlerinde civarda dolaşırdı. İşte o gün de yerinde yoktu. Terkedilmiş olmanın ıstırabı içinde tarlalara çıktı, resim yaparak avunmaya çalıştı.”Buğday Tarlasında Kargalar” bu resimlerden biri ve hayatının son eseridir.

Artık hayata karşı fazla mukavemet edemeyeceğini anlamıştı. Karga vurmak bahanesiyle yanına bir tabanca alarak iki gün sonra 27 Temmuz’da aynı tarlaya gitti. Tabanca ile kargalara değil, kendi kalbine nişan aldı, ama kurşunlar hedefini bulamayıp ciğerini deldi. Kanlar içinde sürüne sürüne evine döndü. Felaketi haber alan Dr. Gachet’nin oğlu hemen yanına koştu. Van Gogh geceyi sükunet içinde sevdiği piposunu içerek geçirdi. Bu durumda bile, kendisine daha fazla yük olmamak için, Theo’nun adresini vermek istemedi. Kötü haber yine de Paris’e ulaştı. Deli gibi Auvers’e gelen kardeşinin gözyaşları arasında 1890 yılı Temmuzunun yirmi dokuzuncu günü can verdi. Ölürken son sözü şu oldu: “Istırap hiç dinmeyecek!”

1 Yorum

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.