Kruşçev, Stalin Efsanesini Nasıl Bitirdi?

Yıllardan 1956; iki kutuplu bir sistemin dünyada dorukta olduğu dönemdeyiz. Nükleer yarış tüm hızıyla sürüyor. Her ülke, her bölge çatışma alanı. Kimse üstünlük iddiasından vazgeçmiyor. ABD uzun vadeli kuşatma politikaları geliştiriyor. Ancak Sovyetler Birliği’nde de garip bir huzursuzluk var. Stalin öleli üç yıl olmuş; ama ne olacağı hâlâ pek belli değil. Yaklaşan Sovyetler Birliği Komünist Partisi 20. Kongresi’nin bir şeylere gebe olduğu hissediliyor.

Stalin’in ölümünden hemen sonra, Haziran 1953 tarihinde, Doğu Berlin’de başlayan huzursuzluklar, yıllardan beri Stalin’in sağ kolu olan Beria’nın başını yemişti. Beria, 10 Temmuz’da tutuklanmış, 23 Aralık 1953 günü idam edilmişti. Parti Birinci Sekreteri Kruşçev, Başbakan Malenkov’un istifasından sonra liderlikte öne çıkmıştı; ama Kongre’nin bunu onaylaması gerekiyordu.

Kimilerine göre, “eski okul”dan komünistlerin son temsilcilerinden, kimilerine göre de Glasnost’un müjdecisi sayılan Nikita Kruşçev anlaşıldığı kadarıyla iki uç arasında bocalayan bir insandı. Bu da, onun yaşadığı dönem itibariyle çok doğaldı… 1894 yılında doğmuş, 15 yaşında fabrikada metal işçiliğine başlamıştı. 1. Dünya Savaşı’nda bir işçi önderi olarak öne çıkmaya başlamış, 1918’de Bolşevik olmuş, ertesi yıl da Kızılordu’ya katılmıştı. Her türlü acıyı yaşamış, ilk karısı açlıktan ölmüştü…

Daha sonraları, gerek parti akademilerinde gerekse de yüksek okulda eğitimini ilerletmiş, 1915’de tanıştığı Kaganoviç’in desteğiyle yükselmiş ve 1939’da Politbüro üyesi olmuştu… II. Dünya Savaşı’nda Askeri Konsey ve Politbüro temsilcisi olarak Korgeneral rütbesiyle değişik cephelerin örgütlenmesinde çok önemli görevler yapan Kruşçev, daha sonra parti görevlerinin yanı sıra şehirleşme, tarım ve sanayii örgütlenmelerinde sorumlu olarak çeşitli işleri yönetti. Bu zengin deney birikimi ile rejimin sorunlarına yakından vakıf oldu… 1953 yılında Stalin öldüğü zaman rejimin 5. adamıydı.

Sovyetler Birliği Komünist Partisi 20. Kongresi’nin bir başka rolü daha vardı ki, delegelerin çoğu bunu henüz bilmiyorlardı… Rusya, 1936’dan 1953’e kadar süren büyük terörün, hâlâ toplama kamplarında yaşayan milyonların hesabını vermeden, yaşamayı sürdüremezdi.

Stalin’in ölümünden hemen sonra, bir kısım tutuklular serbest bırakılmıştı. Ama bunların çoğu, adi suçlulardı. Politik tutuklular, toplama kamplarında kalmıştı ve Kongre yaklaşırken, bu mesele giderek sıkıntı verici bir hal almaktaydı.

Kruşçev, Başsavcı Rudenko’ya, bunlar hakkında gerçeği bilmeleri gerektiğini söylediği zaman aldığı yanıt, milyonlarca kişinin idamı veya tutuklanması hakkında hiçbir hukuki neden bulamadıkları şeklinde oldu.

Kruşçev anılarında, açık mahkemelerdeki itirafları sorduğunu, Rudenko’nun gülerek, “Bunun sorgulamaları yürütenlerin sanatı olduğunu” söylediğini yazar. Kruşçev aslında bu sanatın “işkence” olduğunun pekala farkındadır. Rejimin en üst görevlerinde bulunan bir kişi olarak, bunu bilmemesine olanak yoktu. Sadece o da büyük teröre gözlerini kapamış, sıranın kendisine gelmemesi için dua etmiş ve şansı yaver gitmiştir.

Stalin Gözlerimizi Bağlamıştı

Nitekim Kruşçev, anılarının bir başka yerinde, bunu itiraf eder: “Stalin gözlerimizi o kadar bağlamıştı ki, 1956 yılındaki 20. Kongre öncesinde, yapmamız gerekenleri yapacak cesareti bulamamıştık…”

1956 yılının Şubat ayında Kongre gelip çattığı zaman Kruşçev, Stalin’i suçlayan raporun bir süredir konuyu inceleyen Yoldaş Pospelov tarafından yapılmasını istedi. Ancak liderlikte çatlak olduğu izlenimini vermemek için, bunu kendisinin sunması gerekti…

Kruşçev’in ilk konuşması hayli ılımlıydı. Fakat Mikoyan konuyu sert bir eleştiri ile derinleştirince, Kruşçev gizli oturumdaki meşhur uzun konuşmayı yaptı. Bu konuşma, o döneme kadar Batı’da yapılan eleştirilerin çoğundan dahi daha sertti. Ayrıca, raporu incelemeleri için konuk partilerin heyetlerine dağıttı. Ve böylece dünya devrimini gerçekleştirecek tek vücut komünizm efsanesi, paldır küldür yıkılmaya başladı…

Kuşkusuz ki her şey bir anda olmadı; ama süreç olağanüstü hız kazandı. Önce Doğu Avrupa’da Kızılordu sayesinde ayakta duran rejimler sallanmaya başladı, sonra da Çin ile ipler koptu. Bunu Avrupa’daki komünist partiler izledi.

Artık herkes kendi yolunda yürüyecek, 1943’te kapatılan Enternasyonal’in yerine kurulan Kominform da kısa sürede tarihe karışacaktı…

O güne kadar, komünistler tarafından “burjuvazinin yalanları” diye nitelenen her şey kabulleniliyor, sosyalizmin anavatanında iktidarın uzun zamandır işçilerin, hatta işçileri temsil ettiği iddiasındaki partinin dahi elinde olmadığı, Birinci Sekreter’in ağzından ifade ediliyordu.

Kruşçev anılarında ilk büyük şokun, tüm eski liderleri boş yere idam edilmiş olan Polonya Komünist Partisi’nde yaşandığını, İtalyan ve Fransız partilerini temsilen gelen Togliatti ve Thorez’in de büyük bir utanç yaşadıklarını söyler.

O dönemde Batı Avrupa’da, geniş kitlesel temele sahip yegane partiler bu ikisi idi. Ancak Thorez ve Togliatti, devrimin büyük liderlerinin sözde yargılanıp mahkum edildikleri 1936-38 mahkemelerinde bulunmuşlar ve dünyaya, yargılamaların adil olduğu mesajını götürmüşlerdi. Yani dolaylı olarak dahi olsa Moskova Duruşmaları sırasında Stalin’in suçlarına ortak olmuşlardı.

Şimdi takke düşmüş, kel görünmüştü. Artık bu yalanların yüküyle yaşayacaklardı.

Gerçi Fransız Komünist Partisi hemen 1956’da çökmedi. Moskova her şeye rağmen çok uzaktaydı. Ancak içten içe çürüme hızlandı. 1968, FKP için son darbe oldu.

İtalyanlara gelince, onlar özellikle 1956’nın sonbaharında başlayacak olan Budapeşte olaylarından etkilendiler ve parçalanmaya başladılar.

İtalyan sosyalistleri de daha çetin eleştirilerde bulunarak komünistlerle aralarına daha fazla mesafe koymaya başladılar…

İlk Deprem Polonya’da Başlıyor

Nikita Kruşçev ve Josef Stalin20. Kongre’de, “sosyalizme farklı yollardan geçilebileceği” kabul edilince sarsıntılar hızlanmaya başladı. İlk olay Polonya’da patlak verdi. Haziran 1956’da bu ülkede “genel gözetimci” gibi bir rol oynayan İkinci Dünya Savaşı’nın ünlü mareşali Rokossovski, Politbüro’ya seçilemedi.

Durumun ciddiyetini fark eden Rus liderler, Varşova’ya koşarak işleri kontrol altına almaya çalıştılar. Fakat kendilerine bağlı azınlığın güçsüz, Polonyalıların da birlik içinde olduklarını görünce, geri adım attılar. Polonyalılar da inisiyatif alanlarını biraz genişlettikten sonra akıllı bir kararla, o an duracakları noktayı bildiler. Daha ileri kazanımlar için, elverişli zamanı beklemeye geçtiler. Fakat esas büyük olay, Macaristan’da gelişiyordu.

Rus desteğiyle iktidar olan Rokosi 18 Temmuz 1956’da istifa etmek zorunda kaldı. Ama yerine, reformculara ödün vermeyi reddeden en yakın yardımcısı Gerö geçti. Birkaç ay süren çekişmelerden sonra Gerö, 23 Ekim’de Sovyet  ordusundan yardım istemek  zorunda kaldı. 24 Ekim’de Rus ordusu ile Macar güvenlik güçleri halka ateş açmaya başladılar.

Bunun üzerine, çok kan dökülen bir devrim başladı ve olay Macar-Rus savaşına dönüştü. Rusların bir avuç işbirlikçisi de Macar halkının öfkesine hedef oldular ve yönetimi bırakmak zorunda kaldılar. Reformcuların başbakanlığa getirdikleri Nagy, ancak 28 Ekim günü makamına oturabildi ve 1 Kasım’da Macaristan’ın tarafsızlığını ilan ederek Avrupa ülkelerinden yardım istedi.

Ne var ki o günlerde, Ortadoğu sorunlarıyla boğuşan ve Süveyş istilası konusunda bölünmüş olan Batılı güçler ile Birleşmiş Milletler, bu çağrıyı duymazdan geldiler.

Bu süre içerisinde takviye alan Rus ordusu ise, Budapeşte’ye girerek duruma hakim oldu. Kadar liderliğinde bir kukla hükümet kuruldu. Ancak artık bu hükümetin, bir işgal rejimi olarak dahi, meşruiyeti olmayacaktı. İşgale karşı en sert tepkiyi Tito gösterdi. Nagy, Yugoslav büyükelçiliğine sığındı. Yüz binlerce Macar Avusturya’ya kaçtı. Kadar, Nagy’ye serbest geçiş izni verdi; ama elçilikten çıkar çıkmaz, Nagy tutuklandı!

Hem Polonya hem de Macaristan’da muhalefet inisiyatifinin, Moskova’nın tutumundan büyük rahatsızlık duyan komünistler tarafından yönlendirilmesi anlamlıdır. Bunlar, eğitimlerini ve mevkilerini, komünistlerin sağladığı yeni fırsatlara borçlu, fakat baskıya ve totalitarizme karşı olan, namuslu, genç kadrolardı. Hareketlerin kitle desteği ise işçilerden geliyordu: “İşçi cenneti” masalı, yıkılıyordu…

Kruşçev dünya komünist hareketini toparlamak için yine de çok uğraştı. Ertesi yıl, Tito ile Bükreş’te buluştu; ama iktidarda olan 12 parti tarafından devrimin 40. yılı münasebetiyle Moskova’da imzalanan ideolojik deklarasyonu kabul ettiremedi.

1958’de Yugoslavlar, kendi karşı deklarasyonlarını yayımladılar. Buna göre, sosyalizme geçiş devrimle olmayabilirdi. Keza komünistler iktidar tekeline sahip olmayacaklardı ve iki blok arasındaki savaş tehlikesi de yalnız bir blokun kötülüğünden kaynaklanmıyordu…

Bunlar, Moskova tezlerinin tam bir inkârı idi. Diğer yandan Moskova ile Pekin arasındaki ipler de kopmaya başladı. Mao yolunu ayıranlara katılacaktı.

Şubat 1956 tarihindeki 20. Kongre, Batı’dan bakıldığında görüldüğü gibi, sadece modası geçen tezlerin reddedilmesi değildi. Örneğin “savaşın kaçınılmazlığı tezi” reddedildi… Aksi halde Batılılarla ilişkilerini nasıl izah edeceklerdi!

Aynı şekilde, Stalin’in reddi mirası da aslında solda sempati toplama amacına dayanmıyordu. İşin esası, Birinci Dünya Savaşı’nın külleri arasında doğan bir rejimin refah ve demokrasi konusunda adım atamayarak diktatörlüğe dönüşmesiydi. İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıntısıyla genişlemiş bir yekpare sosyalist blok görüntüsü de sürdürülemez hale gelmişti.

Ayrıca işlenen suçlar üstü örtülebilir boyutta değildi: Milyonlarca insanın imhası; Nazilerle işbirliği yapılarak Hitler’in önünün açılması; her şeyin Moskova’nın çıkarlarına tâbi tutulması için, “dünya sosyalizmi” maskesinin kullanılması…

İkinci Dünya savaşı Stalin’e, Hitler ile anlaşmayı “taktik bir manevra” olarak gösterme olanağı vermişti; ama Ruslar, Stalin’in imha ettiği komuta kadrolarını yeniden yetiştirinceye kadar, boş yere milyonlarca kayıp vermişlerdi…

İşte komünistler, bütün bu faturaların altından kalkamadılar.

Kruşçev’in hatıralarının son sayfasında şu sözler yer alır: “Cennet insanların kaçmak değil, gitmek istedikleri bir yerdir! Ne var ki, bu ülkede kapılar kapalı ye kilitli. Bu ne biçim sosyalizm? (…) Nasıl bir cennet? ”

Evet, Kruşçev’in ölümünün ardından daha 20 yıl bile geçmeden, bütün kapılar ardına kadar açılacaktı.

Stalin’in Terör Dalgasının Bilançosu

Rusya’da son yıllarda kaleme alınan ders kitaplarında, Büyük Terör’de baskıya uğrayanların sayısının yaklaşık 40 milyon olduğu yazılmaktadır. Bunların yarısı, 1929-1933 yılları arasındaki zorla kolektifleşme sırasında, yarısı da 1937 ile 1953 arasındaki temizlik sırasında meydana gelmiş, kurbanların yaklaşık üçte ikisi ölmüştür. Uzmanlar da ölü sayısını 20 ila 28 milyon arasında vermektedirler ve gerçek rakam hiçbir zaman bilinmeyecektir.

Bu iki terör dalgasının yanı sıra, Rusya’nın iki Dünya Savaşı sırasında 10 milyonun üzerinde kurban verdiği göz önüne alındığında, ne denli ağır kayıplara uğradığı ortaya çıkmaktadır. Kolektifleştirme sırasında öldürülenlerin çoğu, zengin veya yoksul köylüler, işçi muhalefeti üyeleri ve yabancılarla ilişkisi olduğundan şüphelenilen kişilerdi. İkinci terör dalgasında ise parti içi muhalifler, muhalif olduğundan kuşku duyulanlar, günün birinde muhalif olabileceğinden kuşku duyulanlar, Polonya asıllılar, Yahudiler, Kırımlılar, diğer Türkler, Baltık ülkeleri halkları, düşmana esir düşüp de hayatta kalabilmiş olanlar, İspanya’da savaşanlar, serbest düşünmek isteyen sanatçılardı…

13 Şubat 1990’da yayımlanan bir KGB raporunda, 1930 ile 1953 yılları arasında Sovyetler Birliği’nde 786 bin kişinin “halk düşmanı” suçlamasıyla idam edildiği, 3.778.234 kişinin de “devlete karşı suçlar” nedeniyle hüküm giydiği açıklanır. Bunların pek azı kamplardan sağ çıkabilmiştir. 1988’den sonra KGB ve Savcılık bunlar arasında 850 bin davayı yeniden incelemiş ve 12 bin dava hariç, diğerlerinin masum olduğunu ortaya çıkarmıştır. 1988’den itibaren de, başta Lenin’in yakın çalışma arkadaşları, idam edilenlerin itibarları iade edilmiştir.

3 Yorum

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.