Kürk Mantolu Madonna: Yalnızlığın ve Aşkın Öyküsü

İlk baskısı 1943 yılında Remzi Kitapevi tarafından yapılan Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı, özellikle insan ilişkilerinin arkasındaki sınıfsal dinamikleri çok incelikli bir şekilde işlemesiyle olağanüstü bir derinliği olan, son derece başarılı kurgulanmış bir eserdir. Okuyanların, yaşamları boyunca okudukları en güzel kitaplardan biri olduğunu söylemesinin tek nedeni, romanın başarılı kurgusu nedeniyle kolay okunması ya da dilinin yalınlığı değildir. Roman, çoğu insanın kendi yaşamından izler bulabileceği kurgularla ve böyle aşkların günümüzde bulunmasının getirdiği özlemlerle çoğu insanı kendine bağlar ve sarsar. Okuyucularının çoğunun, romanı bitirdikten sonra böylesine hüzünlü ve acımasız bir aşk öyküsünün gerçeğe dayanmama olasılığından dolayı biraz olsun rahatlık hissetmeleri ne kadar etkileyici olduğunun göstergesidir. “Keşke”ler ve eğerler birbirini kovalar okuyucusunun zihninde: Keşke kızı olduğunu öğrendiğinde öylesine bakakalmasaydı, eğer Türkiye’ye dönmeseydi…

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Türk romanı hakkındaki en büyük eleştirisi, yazarlarımızın insan psikolojisi hakkındaki cehaleti ve körlüğüdür. Kürk Mantolu Madonna bu eleştiriye verilen bir yanıt gibidir. Her ne kadar romantizm içeren bir yapısı olmakla birlikte, kahramanının psikolojik dünyasına derinlemesine girmiş olması ve olay örgüsünde bu psikolojik çözümlemenin romantik akışın önüne geçmesi bunun göstergesidir.

Romanda çekingen ve içine kapanık bir genç taşralının, memleketinden uzakta, Almanya’da yaşadığı tutkulu aşk öyküsünü anlatır. Öykü mutsuz, yalnız ve düş dünyasında yaşayan genç adamın mucizevi bir şekilde onu tüm acılardan kurtaracak aşkı bulması ve hemen ardından başka bir baht dönüşümüyle tüm yaşamını yıkıma götürecek bir şekilde kaybedişi üzerinedir.

Kürk Mantolu Madonna’nın Özeti

Kürk Mantolu Madonna’nın olay örgüsü birer ana kahramanı olan iç içe iki anlatım katmanından oluşmaktadır. Bu yönüyle klasik Yunan trajedilerinden izler taşır. Önce bir hazırlık dönemi, sonrasında gelen mutluluk ve onu takip eden yıkım. Kahramanlar anlatıcı ve Raif Efendi’dir. Dış katmanda anlatıcının romanın kahramanı Raif Efendi ile tanışma öyküsü vardır. Bir süre önce işsiz kalmış ve durumu gün geçtikçe kötüleşen anlatıcı iş aramaktadır. Bu süreçte bir gün durumu oldukça iyi olan eski bir okul arkadaşı Hamdi’yle karşılaşır. Arkadaşı, onu kendisinin üst düzey yönetici olarak çalıştığı yerde işe alır. Yeni işinde anlatıcının oda arkadaşı Raif Efendi’dir.

Bu dış katmanda Raif Efendi’yi anlatıcının gözünden tanıma fırsatı buluruz. Raif Efendi işini düzgün, aksatmadan yapan ama işyerinde horlanan, emeği olabildiğince çok sömürülen yaşlı ve silik bir adamdır. Hastalıklı, zayıf ve güçsüz bir görünüşü vardır. İşyerinde neredeyse kimseyle ilişki kurmamakta, çepeçevre kapalı bir yaşam sürmekte, saplantılı diyebileceğimiz bir düzen ve çalışkanlıkla şirketin çeviri ve yazışma işleriyle uğraşmaktadır. Ama süreç içinde, hem merak duygusunun hem de rastlantıların etkisiyle anlatıcı, Raif Efendiye yakınlaşmaya başlar. Böylelikle Raif Efendi’nin yaşadığı ev, işyerinden sonra ikinci mekân olarak okuyucu için görünür kılınır. Yaşlı adam işyerinde olduğu gibi evde de, evin tüm geçimini sağlamasına ve ileri yaşına karşın akrabaları tarafından horlanmakta, dikkate alınmamaktadır. Ama burada da, tıpkı işyerinde olduğu gibi kendisinin sömürüldüğü bu ilişki tarzına dair en ufak bir tepki vermez ve gündelik yaşamına devam eder.

Romanın ikinci kısmını ya da iç anlatı katmanını anlatıcının Raif Efendi’nin odasında bulduğu gençlik yıllarını anlatan bir defter oluşturmaktadır. Buna göre anlatıcı, teslimiyetini ve sessizliğini bir türlü anlayamadığı yaşlı adamı daha yakından tanımak istemektedir. Raif Efendi uzunca bir süre bu isteğe aldırmaz. Ama anlatıcıyı bir sürpriz beklemektedir. Hastalanıp yatağa düşen Raif Efendi, öleceğini düşündüğünden anlatıcıya işyerindeki masasında bulunan bir defteri yok etmesini istemektedir. Anlatıcı, ölüm döşeğinde yatan yaşlı adamdan izin alarak defteri okur. 20 Haziran 1933 tarihiyle başlayan bu kara kaplı defter, Raif Efendi’nin on yıl önce 24 yaşındayken gittiği Berlin’de bir resim galerisinde bulduğu aşkın ve onun tüm bu silik, insanlardan uzak, yenilmiş halinin öyküsüdür.

Resme ve sanata düşkün Raif Efendi, Edremitli zengin bir eşraf çocuğu olarak, sabun fabrikalarının nasıl işletildiğini öğrenmek için babası tarafından Almanya’ya gönderilmiştir. Ama taşralı genç adam kamusal hayatta olan bitene karşı ilgisiz olduğu gibi, babasının bu isteğini yerine getirmeye pek istekli değildir. Berlin’de uzunca bir süre hiçbir şey yapmadan tek başına dolaşır ya da odasına kapanıp kitap okur. Tam iyice sıkılmaya başlamışken bir anda hayatı değişir. Bir amatör ressamlar sergisinde üzerinde kürk manto olan bir kadın portresi görmüş ve derinden etkilenmiştir. Resim, Maria Puder’in otoportresidir. Uzunca bir süre her gün sergiye giderek hipnoz edilmiş gibi saatlerce bu portreyi seyreder. Bir süre sonra durum Maria Puder’in de dikkatini çeker. Günün birinde Raif Efendi’nin yanına oturur ve her gün neden bu resme baktığını sorar. Verilen yanıt dikkat çekicidir: “Anneme benziyor da…” Uzunca bir süre sohbet etmelerine rağmen Raif Efendi yanındaki kadının kim olduğunu yine de anlamaz.

Kürk Mantolu MadonnaAradan uzunca zaman geçer, sokakta bir rastlantı sonucu Maria Puder’i görüp takip eder. Genç kadın hayatını kazanmak için geceleri bir barda keman çalan, özgüveni ve özbilinci gelişmiş birisidir. Yeniden tanışırlar. Bu karşılıklı ilgi zamanla bir aşka dönüşür. İkisi de yalnız insanlardır. Önce aralarında yavaş yavaş bir dostluk gelişir. Çünkü Maria, Raif’in zayıf birisi olduğunu, kendisinin zayıf bir erkekle beraber olamayacağını belirtmiş ve bu nedenle ondan dostluktan başka bir şey talep etmemesini istemiştir. Raif ise resme olduğu gibi Maria’ya da tutkuyla bağlanmış ve Maria’nın tüm koşullarını kayıtsız kabul etmiştir. Fakat süreçte kadının talepleriyle şekillenen bu katı hal giderek yumuşar. Ama dengesiz bir yumuşamadır bu. Kadın, Raif’i sevip sevmediğine bir türlü karar veremez. Bu dengesizliğini bitiren, Maria ağır bir hastalık içindeyken Raif’in ona gösterdiği sınırsız sevgi ve şefkat olur. Sonuçta Raif’in Maria Puder’e cinsellikten çok duygusal bir bağlılık beslemesi kadını etkilemiştir.

Fakat öykü tatsız bir sonla biter. Raif babasının ölüm haberini alınca Türkiye’ye dönmek zorunda kalır. Maria ile birlikte yaptıkları plana göre önce babasının işlerini yoluna koyacak, daha sonra ise Maria’yı Türkiye’ce getirtecektir. Ama işler umduğu gibi yürümez. Önce memleketteki işler kız kardeşlerinin kocalarının oyunlarıyla kötü gider. Daha sonra da asıl felaket gerçekleşir:  Maria’dan aldığı mektuplar bir süre sonra kesilmiştir. Bu, hayatının yıkımı olur. Onun kendisini terk ettiğini düşünür. Maria’dan iyice umudu kesince kendini zorlayarak evlenir, çoluk çocuğa karışır. Kasabasını terk ederek, Almanca tercümanı olarak yaşamını kazanır ve defterden anladığımıza göre Maria’nın hayalini ve ona bıraktığı mutsuzluğu bir türlü başından savamaz:

Bir müddet, kısa bir müddet, o kadın beni her zamanki halimden kurtarmış; bana erkek, daha doğrusu insan olduğumu, benim de içimde, yaşamaya müstait taraflar olduğunu, dünyanın zannedildiği kadar manasız olmayabileceğini öğretmişti. Fakat ben, onunla aramdaki rabıtayı kaybeder etmez, onun tesirinden kurtulur kurtulmaz, tekrar eski halime dönmüştüm. Ona ne kadar muhtaç olduğumu anlıyordum. Ben hayatta yalnız başına yürüyebilecek bir insan değildim. Daima onun gibi bir desteğe muhtaçtım. Bunlardan mahrum olarak yaşamam mümkün olamazdı. Buna rağmen yaşadım… Ama işte netice meydanda… Eğer buna yaşamak demek caizse yaşadım.

Romanın sonunda ise Maria’nın mektuplarının neden kesildiği anlaşılır.

Tekrar Almanya’ya giden Raif, kentin tren istasyonunun yakınında Almanya’da kaldığı pansiyondan tanıştığı ve Maria Puder’in de yakın akrabası olan Bayan van Tiedemann’la karşılaşır. Yanında küçük bir kız çocuğu olan Bayan Tiedemann’la bir süre sohbet ettikten sonra cesaretini toplayarak kadına Maria’yı sorduğunda mektupların kesilmesinin nedeninin genç kadının ölümü olduğunu öğrenir. Maria hamile kalmış, kimseye çocuğun kimden olduğunu söylememiş, sadece yakında bir yolculuğa çıkacağını ve o zaman herkesin işin aslını öğreneceğini belirtmiştir. Fakat sorunlu hamileliği, bebek zarar görmese de, genç kadının ölümüne yol açmış ve kimse çocuğun babasının kimliğini öğrenememiştir. İşte, Bayan Tiedemann’ın yanındaki kız çocuğu Maria’nın gizinin ta kendisi, Raif’in varlığından bile haberdar olmadığı kendi kızıdır. Bir süre sonra Tiedemann ve küçük kız gidecek, Raif ise büyük bir şaşkınlık içinde oracıkta kalacaktır. Bu duygu patlamasının ertesinde beraber okuduğumuz defteri kaleme alır.

Kürk Mantolu Madonna’nın ana fikri böyle özetlenebilir.

Romanın Çözümlenmesi

Raif neden bu kadar utangaç ve çekingen biridir? Neden toplumsal yaşamla bağlantısı bu denli kopuktur? Romanın akışında bu soruya cevap veren bölümler vardır:

Küçükten beri hakikatten ziyade hayal dünyasında yaşayan sessiz bir çocuktum. Tabiatımda manasız denilecek kadar ileri giden bir çekingenlik vardı ki, çok kere etrafım tarafından yanlış anlaşılmama, aptal yerine konmama sebep olur beni üzerdi. Sınıfta arkadaşlarımın yaptığı bir kabahat daima benim üzerime atıldığı halde ben kendimi bir kelime olsun müdafaaya cesaret edemez, eve döndüğüm zaman bir kenara saklanıp ağlardım.

Yani haklı olduğu durumlarda bile kendini savunamamasının ve edilgenliğinin çocukluktan geldiğini kendisi de kabul etmektedir. Bu durumun arkasında büyük ölçüde babasıyla ilişkisinin, babasının kendisine karşı sevgisiz ve uzak duruşunun olduğunu anlayabileceğimiz ifadelerle karşılaşırız:

Babamı gerçek muhabbetle sevmem için de ortada bir sebep yoktu; onunla aramızda daima bir yabancılık mevcut kalmıştı ve birisi bana: “Senin baban iyi bir adam mıydı?” diye sorsa, verecek cevap bulamazdım. Çünkü iyiliği ve fenalığı hakkında bir fikir sahibi olacak kadar onu tanımıyordum. Babam benim için “insan” olarak hemen hemen hiç mevcut değildi; yalnız “Baba” dedikleri mücerret bir mefhumun insan şeklinde görünüşüydü. Akşamlan kaşlarını çatarak sessiz sedasız eve giren ve ne bizi ne annemizi hitaba layık görmeyen, saçsız başlı, değirmi ve kır sakallı adamla, Havuzlu Kahve’de göğsünü bağrını açıp gülüşerek ayran içtiğini ve küfür savurarak tavla oynadığını gördüğüm kimse bence birbirinden tamamen ayrıydı… Bu ikincisinin babam olmasını ne kadar isterdim… Hâlbuki o halinde bile beni görünce derhal yüzü ciddileşirdi.

Bunun yanında birkaç yerde annenin zavallılığından da bahsedilir. Ama anneyle ilişki hakkında daha başka bilgiler verilmemiştir. Babayla ilişkinin bu şekilde sağlıksız kurulmasının, Raif’in kişiliğindeki ezikliğin temel nedeni olduğunu söylemek zor değildir. Anna Freud’a göre “libidosu kendi yaşıtlarına aktarılmadan önce hiçbir çocuk bir topluluğa katılamaz.” Bu aşamadaki gecikmenin nedeni ise çoğunlukla Oidipus kompleksinin kaybolmasının gecikmesidir. Muhtemelen çocuğun babanın rakibi olduğu duygusundan kurtulamaması ve kompleksi devam ettirmesi, onun diğer çocukları önce birer oyun nesnesi olarak kuramamak, sonra da onları arkadaşa dönüştürememek durumunu yaratmaktadır

Raif’in yukarıda alıntılanan kendi çocukluğunun yalnızlığı ve çekingenliği böylelikle babayla olan ilişkisine atfedilebilir görünmektedir. Anneden çok az söz edilmesi, Raif’in anneye karşı bir bağımlılık geliştirmemiş olması olasılığı da bu durumda kayda değerdir. Buradan çıkarak anneyle olan ilişkiye dair bir tatminsizlikten bahsedilebilir.

Sabahattin AliAnladığımız kadarıyla, babanın anne karşısında kayıtsız şartsız bir egemenliği vardır ve bu durum anne ile Raif arasındaki ilişkiyi de zedelemiştir. Fakat anne hakkındaki diğer olasılığı yani Raif in anlatıda yer almasa da anneye karşı şiddetli bir bağlılık geliştirmiş olmasını da göz önünde bulundurmak gerekir. Zira Sigmund Freud’a göre de Oidipus kompleksinin şiddeti ile toplumsallaşamama arasında açık bir ilişki vardır. Ama bu durumda anneye (eğer çocuk erkekse) normalden öte bir bağlılık söz konusudur. .

Bu durumun bir başka sonucu olarak da Raif’in erkeklik kimliğinin oturmamışlığı üzerinde durulabilir. Yerleşmemiş erkek kimliği ve cinsel role dair belirsizlik, sonlanmamış çocukluğun bir başka şekilde ifade edilişidir. Topluma katılamayan, 24 yaşına gelmesine rağmen hâlâ kadınlar karşısında aşırı derecede utangaç olan ve hep düşlere sığınan genç adam Maria Puder’le karşılaştığında da çocukluğunun bir türlü bitmediğinin farkındadır: “Yirmi dört yaşıma geldiğim halde hâlâ çocukluğumun saflığından kurtulamamıştım.” Resim sergisinde, kadın ona bu resme neden böyle tutkuyla baktığını sorduğunda, resimdeki kadını beğendiğini gizlemek için bir anda resimdeki kadının annesine benzediğini söyler. Bu anne benzetmesi ürkek bir anın ifşaatı olarak kabul edilebilir. Daha bir gün önce Raif bu resmin etkisiyle kucağında İsa ile resmedilmiş klasik Madonna resimlerini uzun uzun incelemiştir. Ona göre, Maria Puder’in tablosu onun ideal kadın fikrinin resmedilmiş halidir ve ileriki günlerde resme yönelttiği bu sevgiyi Maria’nın kendisine de hiçbir zorluk çekmeden yöneltebilecektir.

Bu noktada, Maria’nın da yalnız ve toplum dışı bir karakter olarak çizilmesi anlamlıdır. Bir barda sahne şovu yapan, erkeklerin izlediği hatta dokunduğu bir kadın olması, Raif’in Maria’ya hem bir mazlumluk hem de masumiyet atfetmesini sağlamıştır. Bu masumiyet ve mazlumluğun bir annelik rolüyle bitişmesi de manidardır. Barda, sergideki konuşma üzerine yapılandırılmış diyalog ilginçtir:

“E, hâlâ öyle bir anneniz olmasını istiyor musunuz?” dedi.
İlk anda hatırlayamayarak durdum. Sonra süratle cevap verdim:
“Tabii… Tabii… Hem nasıl!”
“Fakat ben sizin anneniz olabilir miyim?” “O, hayır, hayır!”
“Belki ablanız!”
“Kaç yaşındasınız?”
“Böyle şey sorulur mu? Ama neyse, yirmi altı!.. Siz?”
“Yirmi dört!”
“Gördünüz mü? Ablanız olabilirim!” “Evet…”

Bu yer yer komik diyalog ilginçtir, çünkü aşkı ister istemez bir anne-çocuk hattında kurmaktadır. Gerçekten de Raif, Maria’yı bugüne kadar hep dağılmış gördüğü hayatının bütünleyicisi ezeli ve ebedi bir anne gibi sahiplenir. Bu istek, neredeyse Maria ile tek vücut olmayı isteyecek kadar kuvvetlidir:

Şimdiye kadar bana bu kadar yakın olan bir insana tesadüf etmediğim için, bence bütün meselelerin üstünde onu muhafaza etmek arzusu vardı. Bütün isteklerimin en son gayesi belki de ona tamamen, hiç noksansız, bütün maddi ve manevi varlığıyla sahip olmaktı.

Defterin bir yerinde “Bütün çekingenliklerim yok olmuştu” diye yazar. Böylelikle Maria’yı bulmak, topluma katılabilmek anlamına da gelmektedir; Maria’nın ortaya çıkışı, annenin geri gelişi, tüm büyüme sürecindeki arazların kaybolup gitmesi anlamındadır. Böylelikle Raif ilk defa öncelikle oyuna ve sonra kültüre katılabileceğini hisseder. Böylelikle yukarıda belirsiz kalan anneye bağlılık sorusu da bir ölçüde cevaplanmış olmaktadır. Doğrudan anneden söz edilmese de Maria’ya bir anne temsili yansıtmıştır ve genç kadına duyulan bağlılık anneye duyulan bağlılığın ifadesidir.

Bu noktada Maria Puder’in bu rolü kabullenmesinin ve bu kabullenmeyi getiren kişilik özelliklerinin de incelenmesi gerekir. Buradaki ilk önemli nokta Maria’nın Raif in aksine kuvvetli ve hatta erkeksi bir karakter olmasıdır. Maria tanışma dönemlerinin başında, Raif’e şöyle der:

“Ben hep böyle apaçık konuşurum… Bir erkek gibi… Zaten birçok taraflarım erkeklere benzer… Belki de bunun için yalnızım…”

Beni baştan aşağı uzun zaman süzdü. Birdenbire:

“Sizde de biraz kadınlık var…” dedi. “Şimdi farkına varıyorum… Belki de bunun için ilk gördüğüm andan itibaren sizde hoşuma giden bir şey bulduğuma hükmettim… Sizde genç kızlara mahsus bir hal var…”

Rollerin bu şekilde dağıtımı da oldukça ilginçtir. Fakat iki ayrı yalnızlığın farklı ihtiyaçlarının bu şekilde birbirini tamamladığı söylenebilir; bir yanda erkekteki anne ihtiyacı, diğer yanda kadındaki çocuk özlemi. Bir başka yerde Maria tüm erkeklerden nefret ettiğini söyler. Ona göre erkekler kadınlara hep aynı isteklerle ve bu isteklerin onlarda yarattığı oyunlarla yönelirler. Maria bu duruma isyan ettiği için yalnızlığı tercih etmiştir. Raif’in bu genel erkek tipolojinin dışına çıktığı için Maria tarafından ilgiye değer bulunduğunu yinelemek gerekir.

Öte yandan, Maria dengesiz bir ruh haline sahiptir. Hissettiği duygular hakkındaki farklı beyanlarıyla Raif i şaşırtır. Öncelikle, Raif’i sevmediğini, onun ancak tam bir erkeği seveceğini söylemesinin altı çizilmelidir. Öte yandan sık sık yoğun bir tatminsizlik ve sıkıntı içine düşer. İlk başlarda Raif’in de bu sıkıntıyı gideremediğini sıklıkla vurgular.

Ama işin en önemli yanı öyküde Maria’nın hastalığının ciddi bir kırılma noktası yaratmasıdır. Hastalık, rolleri değiştirir. Raif uzun günler boyunca zayıf düşmüş, yataktan kalkamayan Maria’ya bakar. Bu sefer, anne ya da baba rolü Raif e, çocuk rolü ise Maria’ya düşmüştür. Bu değişim aşk ilişkisinin görünürdeki tüm sorunlarını ortadan kaldırır. Raif yaşamını “bir başka insana vakfetmiş olmanın sınırsız saadetini duyarken”, Maria yeniden insanlara inanmak kabiliyetini kazanır: “Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için sana âşık olmadığımı zannediyormuşum… Ama şimdi inanıyorum… Sen beni inandırdın…”

Burada akılda soru uyandıran bir başka nokta ise Raif’teki homoseksüellik eğilimidir. Yukarıda da belirtildiği gibi ilişkide “kız gibi” olan Raif iken, Maria çok daha erkeksi bir karaktere sahip olarak çizilmiştir. Bu nokta Otto Kernberg’in aşk ilişkilerinde geliştirdiği çocuğun büyüme sürecinde çift taraflı bir özdeşleşme kurguladığı yönündeki yorumuyla bir oranda açıklığa kavuşabilir. Kernberg aşk ilişkisinde “hem kendi benliğimizle hem de arzu nesnemizle özdeşleştiğimizin altını çizmekte, insanın “içkin biseksüelliği”ne dikkat çekmektedir. Buna göre erkek çocuk, hem erkek çocuk hem de dişi anne rolüyle özdeşleşecektir. Ama bu rollerden birinin baskın olması çocuğun cinsel eğilimini belirler.

Kernberg’in bu açıklaması Raif ile Maria ile arasında doğan ilişkinin Raif’teki homoseksüellik eğiliminin neticesi olduğu yönündeki kuşkuyu kuvvetlendirmektedir. Zira ilişkideki annelik temsiliyle özdeşleşme ağır basmaktadır. Maria’ya karşı duyulan sınırsız şefkat, onun hastalığı karşısında bir anne rolünün benimsenmesi ve yokluğunun Raif tarafından bir daha giderilemeyen bir acı olarak kalması bu özdeşleşmenin temsilleri olarak görülebilir. Erkeğin kendi benlik temsiliyle özdeşleşememenin ise yukarıda belirtilen Oidipus kompleksinin uzaması ve erkek kimliğinin gelişmemesi olguları ile muhtemelen yakın bir ilişkisi olmalıdır.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.