Mahir Çayan ve Arkadaşlarının Büyük Firarı

1971 yılının 1 Haziran günüydü. İstanbul Maltepe Orhangazi Caddesi Küçükbağ Sokak’taki 8 numaralı apartmanın etrafında eşi benzeri görülmemiş kuşatma 50. saatini doldurmuş, Albay Hayri Çakmak ve içerdekiler arasında saatlerce süren görüşmeler bir türlü sonuca ulaşmamıştı. Kuşatılanlar iki kişiydi: Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir.

Her şey Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan hakkında verilen idam kararı ile başlamıştı. İdamlara engel olmak isteyen Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir ve Ulaş Bardakçı, İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’u 11 Mayıs 1971 tarihinde konsolosluğa giderken kaçırmış ve tutuklu bulunan bütün devrimcilerin derhal serbest bırakılmasını istemişlerdi.  Arkadaşları serbest bırakılırsa onlar da konsolosu serbest bırakacaklardı. Ne var ki talepleri kabul edilmeyince 22 Mayıs 1971 sabahı Elrom şakağına sıkılan üç kurşun ile öldürüldü. İnfazdan sonra da polis, Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir başta olmak üzere tüm Türkiye’de THKP-C  (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi) üyelerine karşı bir insan avı başlatmıştı.

İşte bu insan avı sırasında Mahir ve Hüseyin Maltepe’deki boş bir evde saklanıyordu. Fakat 30 Haziran günü yapılan bir ihbar saklandıkları yerin belli olmasına neden olmuş, Sıkıyönetim Komutanlığına bağlı askerler tüm binanın çevresini sarmıştı. Kaçabilecekleri bir yer yoktu. Daha güvenli olacağını düşündükleri için bir üst kattaki dairenin kapısını kırarak içeri girdiler. Artık ellerinde bir de rehine vardı: Binbaşı Dinçer Erkan’ın 14 yaşındaki kızı Sibel Erkan.

Mahir Çayan’ın annesi Naciye Çayan da olay yerine gelmiş ama oğlunu teslim olmaya ikna edememişti. Teslim ol çağrılarını reddeden Mahir’le Hüseyin’i ölü ya da diri ele geçirmeye karar veren güvenlik kuvvetleri sonunda bu bekleyişe son verme kararı aldı. Saat sekize gelirken evin çevresindeki herkes uzaklaştırıldı. Askerler karşıdaki çamlıkta mevzilendi, apartmanın dört bir yanına merdivenler dayandı, çatıdan ipler sarkıtıldı. Havada helikopterler dolaşıyordu.

Saat dokuza doğru çelik miğfer ve yelek giymiş polis timleri üçüncü kata tırmanmaya başladı. İki keskin nişancı karşı katlarda elleri tetikte bekliyor. Deniz binbaşısı Ahmet Cihangir perdenin arkasındaki siluete ateş ettiğinde saat 11:40’dı. Bundan sonrasında yalnızca silahlar konuşmuştu. 13 dakika sonrası ise tam bir sessizlikti. Polisler içeriye girdiklerinde Hüseyin Cevahir aldığı 23 kurşun yarasıyla çoktan ölmüş, Mahir Çayan ise yaralanmıştı. Çayan, intihar etmek isterken kurşunu kalbine isabet ettirememiş ve tabanca da elinden fırladığı için intihar girişimi yarım kalmıştı.  Sibel Erkan’a gelince; çatışma öncesinde genç kızın zarar görmemesi için Mahir ve Hüseyin onu buzdolabın arkasına saklamışlar ve genç kız bu baskından yara almadan kurtulmuştu.

İşte haftalardır Türkiye çapında isimleri duyulmaya başlanan ve son olarak İsrail’in İstanbul Konsolosu Efraim Elrom’u kaçırıp öldüren THKP-C’nin lideri Mahir Çayan kendisini Maltepe Askeri Cezaevi’ne götüren eyleminde bu şekilde yakalanmıştı.

Adı yıllarca ve hâlâ sol kesim içinde bir efsane gibi dolaşan THKP-C’nin bir numaralı teorisyeni ve aynı zamanda eylemcisi Mahir Çayan sonunda yakalanmıştı ama bu tutukluluk ancak altı ay sürecekti. Çünkü diğer arkadaşlarının bulunduğu Maltepe Askeri Cezaevi’ne gönderildikten sonra orada başlatılan kaçma çalışmalarına katılacak ve 30 Kasım 1971 tarihli gazetelere “Büyük Firar” manşetleriyle geçen haberin gene baş kahramanı olacaktı. Ziya Yılmaz, Ulaş Bardakçı ve Mahir Çayan kaçan beş kişi içindeki THKP kanadını temsil ediyordu. Öteki iki kişi ise THKO’dan Cihan Alptekin ve Ömer Ayna’ydı. Ulaş daha sonra Arnavutköy’de bir baskın sonrasında silahlı çatışmada ölecek, ötekiler ise Kızıldere’de can vereceklerdi.

Maltepe Askeri Cezaevi 1969’larda TİP içinde başlayan ve 1972 Mart’ında Kızıldere’de sona eren bir sürecin, THKP-C tarihindeki bu en önemli dilimin çok önemli bir kavşak noktasıydı. Çeşitli insan ve siyasi yolların, amaçların, hedeflerin, özlemlerin, eleştirilerin birleştiği ve ayrıldığı, birçok açıdan belirleyici bir kavşak noktası.

Maltepe Askeri Cezaevi’nden Firar Planları

Dış bahçedeki alanda top oynayan tutukluları izleyen iki asker kendi aralarında şöyle konuşuyorlardı: “Bunlara da bir haller oldu son zamanlarda. Sanki yere düşmek için bahane arıyorlar.” Gerçekten de top oynayan bazı tutuklular kendilerini yerden yere atıyor sonbahar yağmurlarıyla toprağın o harika bileşimine bulanmak için can atıyorlardı. Askerler bunu solcuların garipliklerine veriyordu ama esas nedenin, üzerinde durdukları toprağın altının oyulması olduğunu çok sonra anlayacaklardı. Çünkü içerden tünel kazma çalışmaları başlamış ve tünelin çamuruna bulananlar durum “çakılmasın” diye bahçede kendilerini yerlere atmaya başlamışlardı. THKP-C’nin Merkez Komite üyesi Ziya Yılmaz kaçış planını söyle anlatıyor:

Biz A koğuşunda kalıyorduk, Cihanlar B koğuşunda. Bizim ilk niyetimiz dışardan askeri ilişkilerimizi kullanarak içerden nöbetçileri enterne etmek ve kapıdan askeri giysilerle çıkmaktı. Bundan THKO’lulara, Cihan’a filan haliyle söz etmemiştik. Biz bu çalışmaları hazırlarken bir gün Cihan geldi. Bir tünel olayı düşünüyoruz, bunun için işbirliğine ve malzemeye ihtiyaç var. Nasıl bir işbirliğimiz olabilir” diye sordu. Ben de kendisine kendi planlarımızdan söz ettim ve onlara başladıkları işi sürdürmelerini tavsiye ettim. Daha sonra duruma bakacak, hangi eylem uygunsa onda karar kılacaktık.

Birkaç gün sonra Cihan gene geldi ve betonu deldiklerini, toprağa ulaştıklarını, artık bundan sonra tünelin bulunduğu odayı koruma ve toprakları dağıtma sorunu olduğunu söyledi. Toprağı bizim oradaki tuvalete, koğuşlara ve dışarı taşıma ve odayı nöbetleşe kollama konusunda işbirliği yaptık. Tüneli bizimkilerden de çok fazla kişi bilmiyordu. Zaten durumu sezen herkesin çalışmaya alınması gerektiğini söylemiştim. Yani tünelin varlığını öğrenen pişman oluyordu. Burada bu fikri herkese açıp demokratik bir şekilde karar almanın âlemi ve gereği yoktu. Ama çalışmalar ilerleyince Mahir’in durumu önem kazandı. Mahir artık Maltepe’ye gelmeli ve kaçış ona açılmalıydı. Biz bir taraftan, o bir taraftan bastırdı, işte savunmalar için filan birlikte olmamız gerekli diye, neyse sonunda Mahir Maltepe’ye geldi.

İlk ben konuştum Mahir’le. Sonra oturup Ulaş, ben, Mahir kaçma fikrini değerlendirdik ve ancak eyleme devam için değil, örgütü yeniden toplamak, durum değerlendirmesi yapmak için kaçma fikrinin doğru olduğunda birleştik. Bunun için yurtdışına çıkmak gerekiyordu. Mahir’in, Ulaş’ın ve İlyas Aydın’ın yurtdışına çıkarılması fikrini benimsemiştik. Bu karardan sonra savunmayı filan boş verip kaçma çalışmalarını hızlandırdık.

Tünel çalışmaları ilerlerken dışarıyla da temasları kuruluyordu. Mahir’in eşi Gülten Çayan’ın ağabeyi Orhan Savaşçı Harp Akademisinde yüzbaşıydı ve ilişkilerin askeri kanaldan yürütülmesinden ve kaçıştan sorumlu kişilerden biriydi. Koza Cezaevi’nde görevli üsteğmen Sabahattin Sakman da bu planda yer alanlardan biriydi ve içeriye montlar, kep, palaska gibi birkaç parça asker eşyası sokmuştu.

Teğmen Sabahattin Sakman, daha önce aynı görevi yapan silah arkadaşı Teğmen Fuzuli Yazıcı’nın cezaevindeki THKP-C’li tutuklulardan Rüçhan Manas’a aşık olup evlilik dilekçesi vermesiyle Maltepe Askeri Cezaevi’nin emniyet ve muhafız subaylığı görevine yeni atanmıştı. Göreve atandıktan yalnızca iki gün sonra daha önceden tanıdığı devrimci subaylardan Olcay Özsever’in evine davet edilmiş ve orada Mahir Çayan’ın kayınbiraderi Hava Yüzbaşı Orhan Savaşçı ondan Mahir ve arkadaşlarının cezaevinden kaçması için yardım istemişti.

Aslında cezaevinden kaçmak için başta iki farklı plan daha düşünülmüştü. Bu planlardan ilkine göre Sakman’ın nöbetçi subay olduğu günlerden birinde nöbetçi astsubay bir gerekçe uydurularak mahkumların arasına gönderilecekti. Mahkumların onu etkisiz hale getirmesinden sonra Mahir Çayan astsubayın kıyafetlerini giyecek ve bir askeri araçla cezaevinden kaçacaktı.

İkinci plana göre yine bir nöbet akşamı nöbetçi erlerin karavanasına uyku ilacı katılacak ve askerler uyuduktan sonra Çayan ve arkadaşlarının kaçışını sağlayacaktı.

Ne var ki her iki planı da tehlikeli bulan ve askerlerin zarar görebileceğini düşünen Teğmen Sakman kabul etmemişti.

İşte o zaman ona kazılmakta olan tünelden bahsedilmişti.

Dışardaki ilişkileri, ev ve buluşma sorunlarını Yusuf Küpeli ve Orhan Savaşçı birlikte hallediyorlardı. Cezaevi’nin dış çevre koşulları hakkında bilgi onlardan geliyordu. Plana göre İstanbul-Ankara asfaltına dik ama ters yönde kazılan tünel, cezaevinin duvarının hemen dibinde açığa çıkacak, oradan yüz-elli metre askeri açık alan geçildikten sonra yukarda bir su kaynağının olduğu yerde elbiseler değiştirilecek ve ışık sinyaliyle geldiklerini haber veren karşılayıcılar tarafından kaçaklar alınıp götürülecekti.

Ama ortada büyük bir sorun vardı. Günlerdir ölüm orucunda olan Mahir Çayan’ın değil cezaevinden kaçmak, parmağını kıpırdatacak hali bile yoktu. Böylece firardan hemen önce deyim yerindeyse Mahir Çayan adeta besiye çekilmeye başladı. Ama sadece beslemek yetmezdi. Çünkü çok uzun zamandır hareketsiz kalan vücudunun yeniden hareket etmeye alışması gerekiyordu. İşte futbol maçları da böyle başlamıştı.

Böylece bir taşla iki kuş vurmuş olacaklardı. Zira tünelden çıkarılan toprakları dökebilecekleri fazla yer kalmamıştı. Tuvaletler, yatak altları toprakla dolup taşmıştı. Hani askerler tuvaletlerde bir denetleme yapsalar bütün plan suya düşebilirdi. Futbol maçları sayesinde tünellerden çıkarılan topraklar çorapların içinde, elbiselerin ceplerinde taşınıyor ve toprak sahaya bırakılıyordu.  Üstelik askerlerin solcuların garipliğine verdikleri sürekli yere düşüp kalkmaları kıyafetlerini çamura buluyor, böylece üstlerindeki çamurun tünelden çıktığını gizliyorlardı.

Kaçış tarihi olarak 27 Kasım Cumartesi kararlaştırılmıştı. Zaten daha fazla zaman kalmamıştı. Çünkü mahkemeler büyük bir hızla ilerliyor ve savunmalar yapılıyordu. Zaman kazanmak için çeşitli yollara başvuruyorlardı. Artık kimlerin ve kaç kişinin kaçacağını tespite gelmişti sıra. Ancak bu ince bir hesap işiydi. Çünkü akşamları saat 18:00’de dışarıya nöbetçi koymaya başlamışlardı. Yani hava kararınca nöbetçiler geliyordu ama kış nedeniyle günler kısalmaya başlayınca havanın kararmasıyla nöbetçilerin gelmesi arasında bir zaman boşluğu doğmaya başlamıştı. Nöbetçiler gene tam 18:00’de gelmeye devam ediyorlardı. Bu fark Kasım ortalarında 30 dakikaya kadar çıkmıştı. İşte kaçılacak saat bu aralıktı. Yani 17:30 ile 18:00 saatleri arası.

Yapılan hesaplara göre adam başına beş dakika gerekiyordu. Beşer dakikadan beş kişi tam yirmi beş dakika eder. Bir de tünele altıncı kişinin girip çıkış deliğini kapatması gerekir ki bu zaman ancak buna yeter. O halde en fazla beş kişinin kaçabileceği ortaya çıkmıştı. Bunu herkes onayladı. Üçe iki oran belirlendi. THKP-C kendi arasında üç kişiyi seçti: Mahir, Ulaş ve Ziya; THKO’lular da Cihan Alptekin ve Ömer Ayna’yı seçtiler. Koğuşta büyük heyecan vardı. Maltepe Askeri Cezaevi’nden firarın gerçekleşeceği Cumartesi günü dışardakilerde de buluşma yerine gelip bekleyecekler, çıkış olmazsa iki gün üst üste beklemeye devam edeceklerdi.

Kaçmak için tünele girmeden önce kimin ilk çıkışı yapıp çıkış komutu vereceği kararlaştırıldı. Bu konuda en açık istek Mahir’den gelmişti. “Ben ilk çıkacağım” dediği zaman bunun olamayacağını açıklamak arkadaşlarına düştü. Arkadaşları haklıydı. Zaten fiziki olarak yıpranmış durumdaydı; ameliyat geçirmişti, koşamıyordu. En azından orada yarım saat çalışması lazımdı. Hiç tünelin içinde çalışmamış birisi ilk defa girecek, tünelde son deliği açacak, çıkacak ve herkese çıkış komutu verecek. Mümkün değildi. Buna gücü yetmezdi. Ama amacı arkadaşlarının yanında göreve talip olmak, ilk tehlikeyi göğüslemekti.

Herkes bu isteği tereddütsüz olarak reddedip bu işi ancak Cihan Alptekin’in yapabileceğini söyledi. Çünkü Cihan tünelin başlangıcından sonuna kadar çalışmış ve tünele konsantre olmuştu. Ama Cihan da kabul etmedi: “Ben kapağı açarım ama çıkışı kontrol edemem. Bu kadar insanın sorumluluğunu yalnız benim gözlemlerime bırakmayın. Altı kişinin yaşamıyla oynayacağım, karar vereceğim. Belki benim özel isteklerim ağır basar, çıkarım sizi de sürüklemiş olurum. Bütün bunları düşünmek lazım” dedi. Herkes Cihan’ı ikna etme çabasına girişmişti: “Sen çıkarsın, yapı itibariyle ancak senin çıktığın yerden çıkabiliriz…” Çünkü Cihan oldukça iri yarıydı. O geçebiliyorsa, diğer herkes geçebilirdi.

Sonunda Cihan kabul etti ama Cumartesi günü cezaevinden firar gerçekleşemedi. Çünkü yanlış hesap yapılmıştı ve kazılması gereken birkaç saatlik daha toprak vardı. Kaçış planı Pazar’a kaldı. Ne var ki o günde mehtap olması kaçış planının bir gün daha ertelenmesine neden oldu.

İlk iki başarısızlıktan sonra 29 Kasım Pazartesi akşamı tünele son kez girildi. Tüm koğuşla vedalaşılmış, şakalar, espriler yapılmış ve tek tek herkesin sinirleri çelik yaylar gibi gerilmişti. Çünkü tünelin ucunda neler olacağı kimsenin malumu değildi ve hiçbirinde tek bir silah bile yoktu. Önceden kararlaştırıldığı gibi tünele önce Cihan girdi. Tünel zifiri karanlıktı. Çalışmalar süresince ışık kullanmıştı ama artık delik açılacağı için son gün ışık kullanmak tehlikeydi. Cihan deliği patlattı ve çıktı. Arkasından Mahir, sonra Ömer, sonra Ulaş ve en sonra da Ziya çıktı. Asker kepini eline alıp gezintiye çıkmış gibi yürüye yürüye uzaklaştı. Tüneli kapatmakla görevli Mehmet Özsavaş bir süre çıkayım mı çıkmayayım mı diye kararsızlık geçirse de sonunda deliği kapatıp geri döndü.

Mahir Çayan Fenalaşıyor

Mahir Çayan'ın cezaevinden kaçışıTünelden en son çıkan Ziya Yılmaz oldukça şaşırmıştı. Çünkü su kaynağına doğru ilerlemesi gereken arkadaşları, biraz ilerde toplanmış oldukları yerde topluca bekliyordu. Çünkü Mahir Çayan fenalık geçirmiş, ilerleyemiyordu. Sorun, Mahir’in sinirli olduğu zamanlar eline ne geçerse yemesiydi. Cezaevinden kaçmadan önce arkadaşlarının defalarca “yeme fena olursun” diye uyarmasına karşın o gerginlik içinde ne bulursa yemişti.  Sonunda olan olmuş ve Mahir yediklerini çıkarmaya başlamıştı. Sinirlenen Ziya Yılmaz, “Benim burada kalmaya niyetim yok devam etmeliyiz. Arkadaş da kendini iyi hissettiği an gelir bize katılır” diyerek yürümeye başladı ve ardından Ömer Ayna da onu takip etti. Onların bu kararlı tavrı karşısında Mahir Çayan doğruldu; Ulaş ve Cihan’ın yardımıyla yürümeye başladı. Durum çok kritikti, çünkü etraf askeri alan, kulübeler ve barakalarla doluydu. Sonunda su kaynağına ulaşmayı başardılar ve elbiselerini değiştirdiler. Fakat gelmesi gerekenler ortada yoktu. Çıkış günü geciktiği için arkadaşlarının onları beklememiş olabileceklerini düşünüp yola devam ettiler. Oldukça engebeli bir askeri atış alanı arazisinde el yordamı ile Ankara asfaltına ulaşmayı başardılar ve oradan da dolmuş yapan bir otobüse binip hızla uzaklaştılar.

Evet gerçekten inanılmaz gibi görünüyordu ama olmuştu işte. Bütün aksiliklere rağmen kurtulmuşlardı. Nöbetçiler onları görmemiş, askeri araziden, bilmedikleri bu yerlerden el yordamıyla geçmişler, arkadaşlarıyla buluşamamışlar, kimliksiz silahsız bir şekilde yola koyulmuşlardı. Ve işte şimdi beşi bir arada dolmuşun içindeydiler. Mahir Çayan ve arkadaşlarının Maltepe Askeri Cezaevi’nden “Büyük Firar”ları başarıyla gerçekleşmişti. Ama ya ilerde arama tarama kimlik kontrolü varsa? Ya kaçmadan önce her olasılığa karşı aldıkları ev adresleri yanlış ya da kullanılmaz durumda çıkarsa. Ya kaçtıkları hemen anlaşılıp bütün yollar kesilirse? Kuşkular içindeki beşli grup Kadıköy’de dolmuştan iniyor, oradan Üsküdar’a, Üsküdar’dan da vapurla Kabataş’a geçiyordu.

Mahir ve Ulaş orada ayrılıp Ortaköy’de bir ev bakmaya gittiler. Ziya ve Ömer, Sebil adlı bir kahvede oturuyor, Cihan da kahvenin önünde geziniyordu. Hâlâ kimlikleri yoktu ve her an teşhis edilebilirlerdi. İnanılmazı gerçekleştirmişler ama artık her şey tirajikomik bir hal almaya başlamıştı. Uzun bir bekleyişten sonra Mahir’le Ulaş gelecekti. Ama beklenilen yerden değil. Mahir “Bir ev bulduk ama Beyazıt’ta” diyor ve hep beraber oraya gidiyorlardı. Ev çok kötü bir evdi. Yenikapı’ya yakın bir sokakta ahşap bir binanın zemin katı. İki kişilik bir bekâr eviydi. Tuvalet müşterekti ve her şey ortadaydı. Hemen yeni bir yer bulunması gerekliydi.

Maltepe Askeri Cezaevi yetkilileri firardan ancak ertesi günün akşamı haberdar olabildi. Cezaevinde kalanlar onlara zaman kazandırmak için isyan çıkarmış, kapıların arkasına ranzalarını dayamış ve koğuşlara kimseyi sokmamışlardı. Mahkumların durup dururken neden isyan çıkardığına anlam veremeyen cezaevi yönetimi mahkumlarla arası iyi olan bir askeri konuşmaya yollamış ama o da eli boş dönmüştü. Sonunda askerlerden birinin ayağı tünelin içine düşünce kazılan tünel ortaya çıkarıldı. Ama artık çok geçti. Sıkıyönetim Ordu Komutanı Faik Türün, müdürlerle birlikte ertesi akşam koğuşta yoklama aldığında 5 kişinin firar ettiği kesinlik kazanmıştı.

Ziya Yılmaz devamını şöyle anlatıyor:

Ertesi sabah dışarı çıktık. Beyazıt’ta bizi eski siyah bir arabanın bekleyeceği söylenmişti. Baktık bir araba var orada ama şoförü ve bizi götürecek arkadaş yok. Neyse bindik beş kişi arabaya, hâlâ kimlik filan yok.

Durakta da bir adam gazete okuyor. Büyük Firar diye bir manşet altında bizim resimler. Yüreğimiz ağzımıza geldi. Biz de orada beş kişi tıkılmış bir arabada şoförü ve arkadaşı bekliyoruz. Gazeteciler bağıra bağıra büyük firar diye gazete satıyor, biz de orada oturuyoruz. Bayağı kaygılanmaya başlamıştık. Neyse şoför geldi ama adam sarhoş. Hatta benzinciye girmek istedi. Bir ara karanfil almak istedi. Neymiş, sarhoşmuş, trafik çevirirse içkili olduğu anlaşılmasınmış… Neyse sonunda Florya’ya vardık.

Dertler orada da bitmiyordu. Florya’daki ev sahibi derhal orayı terk etmeleri gerektiğini söylüyor, evin önüne bir triportör çağrılıyor ve beş kişi o kümes kadar arabanın içine tıkılıyor ama sonunda bunun imkânsız olduğu görülünce “ne olursa olsun” deyip tekrar içeri giriyorlardı. Florya’dan sonra sıra Levent’teydi. Levent’teki ev hem Yusuf ile Münir’in ihraç edildikleri, hem bir yığın tartışmanın yaşandığı evdi.

Bu tartışmalar sonucunda önce Ömer Ayna ile Cihan Alptekin Ankara’ya gidiyorlar, sonra da Mahir Ankara’ya gitmek için ısrar ediyordu. Ankara’da hareketi toparlamak gerekçesiyle ısrar eden Mahir’i düşüncesinden döndürmek mümkün olamıyordu. Bir taraftan kaçışın yarattığı prestij ve oluşan “diri hava”, öteki taraftan “muhalefetin tasfiyesi” Mahir’in kaçış öncesi düşüncelerindeki değişiklikler konusunda ipuçları veriyordu. Cihan ve Ömer Ayna’nın da Deniz’leri kurtarmak için eylem yapma ısrarları etkili oluyordu. Neticede Mahir kendisini Kızıldere’ye götürecek olan Ankara yolculuğunu bir sandık içinde yapıyor, Ziya Yılmaz ise İstanbul’da kalıyordu. Son söz gene Ziya Yılmaz’dan:

Mahir Çayan intikal ettirildikten sonra, yani oraya gittikten sonra biz de İstanbul’u terk etmek istiyoruz. Ama bu geçiş süreci içinde kalmak zorundayız. İlişkiler sınırlı. Yani bir yerde hapsolmuş vaziyetteyiz. Bu koşullar içerisinde çevremizin daha da daraldığını hissetmeye başlıyoruz. O koşullarda Türkiye’yi terk etme olanağı da yok, çok sıcak takip içindeyiz.

O gece bir arkadaşımız gelmedi eve. Bir arkadaşın evinde polis karakol kurmuş. Büyük kaygıya düştük. Orada bir karakol kurulmuşsa bize kadar uzanacaktır dedik. Ankara’ya haber verdik. Oysa orada da baskınlar başlamış. Bizim için zaman çok sınırlıydı. Ertesi gün gene Levent’te kaldık. Bir gün sonra başka bir yere gideceğiz fakat bizi almaya gelecek arkadaşlar gelmiyor. O akşam arkadaşlar yerine polisler geldi. Polislerle çatışmak zorunda kaldık. Ve tesadüf bu çatışma süresi içerisinde üçümüz de, Ulaş, ben ve Ülkü evden çıktık. Oradan çıktıktan sonra kalacağımız yer yok. Bir-iki eve baktık, Beyazıt’a gittik. Ulaş oradan Arnavutköy’e ben Fındıkzade’ye gittim. İşte ben Fındıkzade’de yakalandım.

Ziya Yılmaz bir süre sonra yani 30 Mart’ta da Kızıldere’de bütün yakın arkadaşlarının, Mahir’lerin, Ulaş’ların, Ömer’lerin, Cihan’ların, Kâzım’ların ölümünü öğrenecekti.

Mahir Çayan ve Arkadaşlarının Maltepe Askeri Cezaevi’nden firarları bu kadar başarılı ve prestijli olmasaydı, kamuoyunda bu kadar fazla yankı yaratmasaydı Kızıldere de olmayacaktı belki. İhraçlar bu şekilde olmasaydı, tartışma derinleşseydi belki hepsi hayatta olacaklardı. Belki bir ufak şans ya da şansızlık eylemlerin yönünü değiştirebilecekti. Belki… belkilerin sonu gelmiyordu. Zaten tarihe dönüp bu belkilerin ışığında bakmanın da çok anlamı yoktu.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.