Süleymaniye Cami’nin Sırları

Rivayete göre Kanuni Sultan Süleyman günün birinde mimarbaşı Mimar Sinan’ı huzuruna çağırarak bir cami yaptırmak istediğini ve onu bu işle görevlendirdiğini söyler. Ne var ki Kanuni, caminin nereye yapılacağı yer konusunda kararsızdır ve istiareye yatar. Rüyasında Hz. Muhammed’i görür ve Hz. Muhammed Kanuni’yi boş bir arsaya götürerek caminin oraya yapılmasını ister, camiyi tarif eder.

Ertesi sabah Mimar Sinan’ı tekrar huzuruna çağıran Kanuni, onu rüyasında kendisine gösterilen boş arsaya götürerek caminin oraya yapılmasını buyurur.  Mimar Sinan aldığı buyruk üzerine yapacağı caminin planını Kanuni’ye anlatmaya başlar ki, Kanuni hayretler içerisinde kalmıştır. Zira Mimar Sinan’ın tarif ettiği cami, Kanuni’ye peygamberin anlattığı caminin birebir aynısıdır. Kanuni’nin, “Mimarbaşı, sanki önceden caminin planlarını hazırlamışsın gibi anlatıyorsun” sözüne Sinan’ın yanıtı şöyle olur: “Evet Sultanım, Efendimiz size tarif ederken ben de arkanızdaydım…

Rivayetler bir yana bırakılacak olursa Süleymaniye Cami‘nin inşasına 13 Haziran 1550’de, yani Sinan 60 yaşındayken, Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin mihrap duvarına ilk temel taşını koymasıyla başlanır. Evliya Çelebi’nin anlattıklarına bakılırsa, yalnızca zeminin toprak seviyesine ulaşması için yapılan çalışmalar bile 3 yıl sürer. Caminin temelleri atıldıktan sonra, temelin sağlamlaşması ve sonradan bir çöküntü olmaması için bile inşaata bir yıl ara verilmiştir.

Süleymaniye Cami’nin inşasında kullanılan dört büyük mermer sütunun hepsi farklı diyarlardan gelir. Sütunlardan biri Baalbek harabelerinden, biri İskenderiye’den getirtilir. Diğer bir sütun Bizans zamanında dikilmiş olan Kıztaşı olup, sonuncu sütun ise bizzat Topkapı Sarayı’ndan sökülüp getirilmiştir.

Mimar Sinan’ın emrindeki binlerce acemioğlan, “Büyük Kalyon” adı verilen bu sütunları, her biri insan gövdesi kadar kalın olan halatlar ve kadırga direklerinin yardımı ile yerlerine oturtup sağlamlaştırır.  Camide kullanılan beyaz mermerler Marmara Adası’ndan, yeşil mermerler Arabistan’dan ve daha birçok başka diyarlardan getirtilir. 

Kubbeyi ve üstteki kâgir örtüyü taşıyan dört büyük fil ayağı payenin her biri, 8 bin ton yükü temele iletmektedir. Mimar Sinan bunları Cihanyar-ı Güzin’e (dinin dört direği); Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’ye armağan olarak sunar.

Hepsi birbirinden maharetli sedefkarlar abanoz ağacından yapılan kapıları büyük bir incelikle işler. Devrin büyük sanatkârı “Sarhoş İbrahim” yapının, güneşin ve mevsimlerin ışıklarıyla renk değiştiren ve iç mekâna her an başka manzaralar veren renkli camlarını nakış gibi işler.

Nihayet caminin azametli kubbesi kapatılır. Karahisari, kubbeyi emsalsiz bir hatla bir ayet-i kerime yazar ve kubbeler, güzellik denizinin kabarcıkları gibi süslenir. Tüm kitabeler, en büyük sanatkârlara yazdırılıp oydurulur…

Mimar Sinan Camide Neden Nargile İçti?

Süleymaniye Cami, sesi en köşe noktalara kadar ileten ve yayılmasını kolaylaştıran bir akustik şaheseridir aynı zamanda. Sesin yayılmasını kolaylaştırmak için bütün kubbeler çift kubbe şeklinde yapılmış, ortadaki büyük kubbeye ise derinliği 50 metreye ulaşan, ağızları aşağı bakar durumda 5 metre genişliğinde 64 küp yerleştirmiştir. Ayrıca sesi daha iyi yansıtmak için yine zemindeki tuğlalarda boşluk bırakılmıştır.

Akustiğin nasıl bu kadar mükemmel hale getirildiğine ilişkin yine halk arasında hoş bir rivayet vardır. Caminin inşası sırasında Mimar Sinan’ın caminin mihrabında nargile içtiği söylentisi halk arasında yayılmaya başlar. Bu söylentiler Kanuni Sultan Süleyman’ın kulağına kadar ulaşır. Kanuni, önce söylenenlere inanmak istemez ama içine de kuşku düştüğünden bir gün camiye baskın yapar.   Bir de görür ki, Mimar Sinan tıpkı halkın söylediği gibi caminin mihrabında nargile fokurdatmaktadır. Şaşırmıştır: “Mimarbaşı, camide nargile içildiği görülmüş şey midir? Sen böyle bir iş etmezdin, nedir bu işin hikmeti?”

“Mimarbaşı, camide nargile içilir mi, sen bu işi yapmazdın, nedir bunun hikmeti” diye sorar.

Sinan yanıt verir:

Padişahım, eğer dikkat buyurursanız nargilemde ne tömbeki ne de tütün bulunur. Ben yalnızca suyun fokurdamasının oluşturduğu sesin cami içinde nasıl yayıldığına bakıyorum. Eğer suyun sesi caminin her köşesine eşit olarak yayılıyorsa, cami tamamlandığında Kuran okuyacak hocanın sesini 60-70 metre ötedeki cemaat bile rahatça duyacaktır. Ben bu yüzden sesin camide yayılmasını kontrol ediyorum.

Caminin yapımı sırasında Mimar Sinan’ın Ferhad Paşa Sarayı gibi diğer binaların da inşası ile uğraşması yüzünden caminin inşasının geciktiğini düşünenler Sinan’ı padişaha şikayet ederler. Üstelik caminin kubbesinde çökme tehlikesi bulunduğu ve yüzden Sinan’ın iskeleleri kaldırmadığı söylentilere de halk arasında yayılmaya başlar. Söylentilerden canı yine sıkılan Kanuni caminin inşaatını denetlemeye gider. Vardığında, Mimar Sinan mermer ustaları ile birlikte minberi ve mihrabı incelemekle uğraşmaktadır. Sinan saygıyla Kanuni’nin huzurunda eğilir.

Canı sıkılmış olan Kanuni ise oldukça öfkelidir: “Neden benim sana verdiğim görev ile uğraşmayıp da böyle önemsiz işlerle vaktini boş yere harcarsın. Bu cami ne zaman tamam olacak, bana tez söyle, yoksa gerisini sen bilirsin…”

Kanuni’nin bu hiddeti karşısında şaşıran Mimar Sinan, “Saadetli Padişahın devletinde inşallah iki ayda tamamlanır” der.

Mimar Sinan’ın bu beklenmedik yanıtı hem padişahı hem de maiyetindekileri oldukça şaşırtmıştır. Zira ne Kanuni ne de maiyetindekiler caminin iki ay içinde tamamlanabileceğine inanmamaktadır. Mimar Sinan’ın yanlış anladığını sanarak sorarlar: “Mimar Ağa, Saadetli Padişah ne buyurur işitir misin? Bu binanın kapısı ne zaman kapanacak şekilde tamam olur?” Sinan sözünden dönmez; “İki ay tamam olunca bu bina da tamam olur” cevabını verir. Yeniden aynı yanıtın alınması üzerine Kanuni maiyetine tanık olun der gibi bakar ve Sinan’a dönerek seslenir: “İki ay olunca tamam olmazsa seninle görüşürüz” der ve sarayına doğru yola çıkar.

O vakitten sonra ne kadar usta ve sanatkar varsa gecesini gündüzüne katarak, bir saniyelerini bile boşa harcamayarak çalışmaya koyulur. Kanuni bir hafta sonra tekrar inşaatı ziyaret ve Mimar Sinan’a verdiği sözde kararlı olup olmadığını sorar. Mimar Sinan’ın yanıtı yine aynıdır. Söz verdiği tarihte cami tamamlanmış olacaktır.

Ve Sinan’ın söz verdiği gibi iki ay sonra caminin her bir köşesi tamamlanmış olur. 15 Ekim 1557’de cümle kapısı ve diğer kapılar kapatılır, padişahın ellerine anahtarları teslim edilir. Kanuni maiyetine dönerek camiyi açmaya en layık olanın kim olduğunu sorar. “Buna en layık kulunuz emektar Mimar Ağa’dır” yanıtı üzerine Kanuni Sultan Süleyman, Mimar Sinan’ı yanına çağırarak anahtarı ona verir: “Bu bina eylediğin Tanrı evini sıdk-u safa ve dua ile yine senin açman uygundur.” Mimar Sinan caminin kapısını açtığında 67, Kanuni ise 62 yaşındadır. Mimar Sinan’ın kalfalık eseri Süleymaniye Cami’nin inşaatı tam 7 yıl 4 ay sürmüştür.

Süleymaniye Cami

Mimari Açıdan Süleymaniye

Süleymaniye Cami’nin yapımı tamamlandığında üç katı aşmayan kiremit damlı evlerin ve servilerin arasında dengeli ve statik bir olgunluk anıtı olarak yükseliyordu. Bu, şaşmaz bir düzen içinde birbirinin yerini alan kırık çizgilerin ve daire yaylarının sürekliliğinden, küplerin ve yarımkürelerin kademeli düzeninden doğan bir uyumdur. Süleymaniye’ye hangi yönden bakılırsa bakılsın, kompozisyonun bütününde zorlamasız ve dengeli bir uyum görülür.

Süleymaniye Cami’nin kompozisyonu tamamen küresel ve prizmatik hacimlerin dengesine dayanmaktadır. Alttaki büyük dikdörtgen ana kütle, yukarı doğru yükseldikçe daire yayları ve yarımkürelerle dengelenir; en üstte ise yarımküreler görüntüye tamamen egemen olur.

Bunun yanı sıra, Süleymaniye’nin kendine has sırları da vardır. Stefanos Yerasimos’un, “Süleymaniye” adlı eserinde (Yapı Kredi Yayınları, Mart 2002, İstanbul) vurguladığı gibi, İustinianos İmparatorluğu’nun takipçisi bir imparatorluğun hayal gücünün ürünü olmasıyla birlikte, Süleymaniye Cami, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun bir asırdır yeniden keşfetmeye uğraştığı “tek kütleli mabet” örneği ile büyük bir kubbenin sırlarına yolculuk etme sürecinin son aşamalarından biri olmuştur.

Bütün Akdeniz ve Doğu uygarlıklarında denenmiş olan kubbe, Süleymaniye’de en olgun şekliyle ele alınmıştır. Ana kubbe dış mimariye kattığı çarpıcı etkinin yanında iç mekan ve akustik sorunlarına da çözüm getirir. Kubbenin ağırlığı dört büyük destekle toprağa, açılma kuvvetiyse iki yarım kubbe ve payandalarla yanlara iletilmiştir. Çoğu uzak ülkelerden getirilen bu yekpare taş desteklerle duvarlar arasındaki boşluk, derinlik etkisi yaratan kesintisiz bir galeri gibidir.

Çapı 27 metreyi aşan kubbenin tabandan kilit taşına kadar olan yüksekliği 50 metreden biraz fazladır, yani yükseklik çapın iki katıdır. Süleymaniye kubbesinin mimarlık tarihi açısından asıl önemi, büyüklüğü değil yapının ana kütlesiyle kaynaşma biçimidir.

Ana kubbenin asıl ağırlığını taşıyan dört büyük ayağın dayanma gücünü artırmak üzere, örgü sisteminin dışına taşan ağırlık kuleleri yapılmıştır. Sekizgen kaide üzerine oturan bu kuleler Mimar Sinan’ın diğer yapılarında uyguladığı kulelere benzemekle birlikte, daha önceki uygulamalarda genel kütle kompozisyonu içinde Süleymaniye Cami’ndeki kadar etkili olmamıştır. Ana mekanı kuşatan çevre koridorun örtü sistemi de farklı büyüklükteki kubbelerle örtüldüğünden genel etki her planda ana kubbeye bağlı kalır.

Mimaride hem taşıyıcı hem sınırlayıcı olan eleman olan duvarlar Süleymaniye’de taşıyıcılık görevinden sıyrılmıştır. Bu nedenle duvar kalınlıkları çok azalmış ve bol bol pencere kullanılmasına elverişli duruma gelmiştir. Buna rağmen çiçekli elvan camlarla donatılan pencerelerin bolluğu hiçbir biçimde Süleymaniye Cami’nin duvarlarını zayıflatmamıştır.

Cami kütlesinin batısındaki minare gövdeleri açılan kapının sevimli bir taçkapı biçiminde tasarlanması, avluda farklı yükseklikteki revakların tek sütuna bağlanış biçimi ustaca çözülmüş problemlerdir. Aynı şekilde mihrap duvarının payanda köşelerinde ve şadırvanlı avlu girişinin kavsarasında yer alan mukarnas, o dönemin üslubunu ince bir işçilikle yansıtır. Bütün bu elemanlar Mimar Sinan’ın aşırı süslemeciliğe kaçmadan bir form yaratma peşinde olduğunu gösterir. Mekan düzenlemesi, kütle kompozisyonu, saf geometrik istifi yansıtan özellikler ve aydınlatmanın masif kütleyi fazla delmeden sağlanması güçlü bir mimari tasarımın kanıtlarıdır.

Ulya Vogt- Göknil’in “Mimar Sinan” adlı kitabında da değindiği üzere, Osmanlı İmparatorluğu, “Muhteşem Süleyman çağında, İustinianos devri Roma İmparatorluğu ile karşılaştırılabilecek bir büyüklük ve güce erişmiştir. Mimar Sinan’ın deyimiyle kendisinin ve Osmanlı mimarlığının “kalfalık eseri” olan Süleymaniye Cami ile elindeki insan gücü ve ekonomik kudret sayesinde açıkça, ama basit bir taklitle yetinmeyerek onu, Ayasofya‘yı aşmak amacında bir “meydan okuma” işine kalkışır.

İşte belki de, Süleymaniye’nin en büyük sırrı budur!

Tüm bu mimari mükemmelliğe karşın Mimar Sinan, arkadaşı Mustafa Sai Çelebi’ye yazdırdığı anılarında “kalfalık eserim” dediği Süleymaniye Cami’ni hiç önemsemez. Onun gözünde asıl değerli olan hep “ustalık eserim” dediği ve Edirne’de yaptığı Selimiye Cami olacaktır. Mimar Sinan çok gururlandığı Selimiye Cami ile yüzyıllardır yapılamayan bir işi başardığını, Türk-İslam mimarisinin kilise karşısında nihayet galip geldiğini söyleyecektir.

Ama Süleymaniye Cami’nin, ayrıntıya inildikçe insanı etkileyen başka özellikleri de vardır…

Minaredeki Mücevherler

Süleymaniye Cami işiYazının başlarında, caminin temelinin iyice oturup sağlamlaşması için inşaata bir yıl ara verildiğini belirtmiştik. Diğer bir Türk hükümdarı Tahmasb Han, verilen bu uzunca aranın nedeninin, caminin Osmanlı maliyesine getirdiği ağır yük olduğunu ve Kanuni’nin zorlandığını düşünür. Hem inşaatın devamı hem gücünün büyüklüğünü göstermek için yüklüce bir kervanı ve içi mücevherlerle dolu bir kutuyu Kanuni’ye gönderir. Ve bu armağanların gönderilme nedenini açıklayan bir mektubu da birlikte…

Tahmasb Han’ın bu mektubuna ve kendince alay etmesine sinirlenen Kanuni, kervanla gelen tüm malları elçinin gözleri önünde dağıtır. İçi birbirinden değerleri mücevher kutusunu ise Mimar Sinan’a verir, içindeki tüm mücevherleri yapının taşlarına karıştırmasını emreder.

Mimar Sinan büyük bir ustalıkla bütün mücevherleri caminin minarelerinden birinin taşları arasına yerleştirir. Mücevherlerden dolayı güneş vurduğunda pırıl pırıl parlayan bu minareye halk arasında “Cevahir Minaresi” adı verilir. Evliya Çelebi aradan geçen zamanla birlikte sıcaktan dolayı taşların pırıltısını yitirdiğini rivayet eder.

Süleymaniye Cami ve imareti inşaatı toplam 53.782.980 akçe ya da 896.383 Floriye, yani 3200 kg altına mal olmuştu. Yerasimos’un belirttiğine göre bu toplam, o döneme en yakın olan 1527-1528 yılı bütçesine göre, Osmanlı İmparatorluğu’nun toplam gelirlerinin onda birine denk düşüyor ve inşaatın on yıl sürdüğü hesaba katılırsa, bütçe payının yüzde 1’ine karşılık geliyordu.

Caminin dört minaresi, yaşamış dört büyük hükümdarı; Fatih Sultan Mehmet, II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman’ı ya da camiyi yaptıranın İstanbul’un fethinden sonraki dördüncü padişah olduğunu temsil eder… İki uzun minaredeki üçer, iki kısa minaredeki ikişer şerefeleriyle toplam on şerefe de, o devre kadar hüküm sürmüş on padişahı ya da camiyi yaptıran Kanuni’nin onuncu padişah olduğunu temsil eder…

Minarelerin uzun ve kısa düzenlenişi, ana kütleyle beraber yapıya modüler sistemde piramidal bir görünüm kazandırır. Uzaktan bakıldığında, birbiri üzerinde göklere yükselen bir merdiven gibi duran bu orantı ustalığı, Hıristiyan öğretide, “Yakub’un Merdiveni” ile anlam bulur.

Süleymaniye Cami’nin bir diğer özelliği ise Mimar Sinan’ın yaptığı is odasıdır. Elektriğin olmadığı bu zamanlarda, camiyi aydınlatmak için yakılan mumların camiye zarar vermemesi için Mimar Sinan orta kapının hemen üzerine is odası adı verilen bu odayı yapar. Caminin içinde oluşan is, hava akımı ile dört küçük pencereden bu odaya çekilmektedir.  Üstelik, odada biriktirilen bu is ile birçok ferman ve önemli belge yazılır. Çünkü bu is ile yazılan belgelere akıcı bir madde dökülse bile yazılar zarar görmemektedir. Bu is ile yazılan belgelerdeki yazıları silmenin tek yolu ise kağıdı tahrip etmekten geçmektedir.

Caminin avizelerindeki kandil çanakların aralarına bakacakların dikkatini çekecek diğer bir şey ise oldukça büyük, rengi kahverengiye çalan oval büyük nesnelerdir. Bunlar yine Mimar Sinan’ın ustalığını konuşturduğu ince zekanın ürünü ayrıntılardır. Aslında devekuşu yumurtası olan bu nesnelerin buraya yerleştirilmesinin amacı caminin örümcek ağlarından mümkün olduğunca uzak tutulmak istenmesidir. Çünkü devekuşu yumurtaları, insan burnunun algılayamayacağı ama örümcekleri ve akrepleri son derece rahatsız eden bir koku yaymaktadır. Camin yapıldığı yıllarda yaklaşık 300 tane olan bu yumurtaların sayısı aradan geçen sürede çalınma ya da kırılma nedeniyle şimdi 30 tane kadardır.

2 Yorum

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.