Türkiye’nin Operayla Tanışması

Türkiye’nin operayla tanışması, Avrupa’da görevli elçilerin sefaretnamelerinde verdikleri bilgiler aracılığıyla olmuştur. Bunlardan ilki, Batılılaşma programının hazırlanmasında da etkili olan ve Osmanlı’ya matbaanın gelmesine öncülük eden Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin Sefaretname’sidir. Yirmisekiz Mehmed Çelebi, 1719’da gözlemlerde bulunmak amacıyla üç aylığına gittiği Fransa’da bir de opera temsili izlemişti.

Sefaretnamesinde opera binasının dış ve iç özelliklerini, salonun ihtişamını, dekoru ve bazı doğa olaylarının sahnelenmesini hayranlıkla anlatan Çelebi, operanın konusunu da özetler. Konudan ve operadan derinden etkilenmiştir; ama çok masraflı bir gösteri olduğunu da vurgulamadan edemez.

II. Mahmud döneminin Viyana elçisi Mustafa Hattı Efendi, Resmolu Ahmed Resmi Efendi, daha sonra Vahid Paşa gördükleri operalardan hayranlıkla söz ederken, operanın yapı ve işleyişi konusunda oldukça sağlıklı bilgiler de vermektedirler. Bu kadar ilgi ve bilgiden sonra III. Selim’in buyruğuyla 1797 yılı Aralık ayında Topkapı Sarayı’nda ilk opera temsili gerçekleşti.

Türkiye’deki ilk opera temsilini gerçekleştirenlerin Fransız elçiliğinin konuğu olarak İstanbul’da bulunan bir Fransız topluluğu olduğu sanılmaktadır.

Müziğin, şiirin, dansın ve dramatik konunun görkemli bir biçimde sergilendiği operayı Türkler de benimsemiştir. Türkiye’de sahnelenen bazı operalara yeni isimler bile takarlar: La Traviata’ya “Kamelyalı Kadın”, II Trovatore’ye “Demirci Operası” gibi… Avrupa opera kumpanyalarının Türkiye turneleri giderek yoğunlaşmış, kimi temsiller bir mevsim boyunca sahnelenmiştir. Hatta Verdi’nin kimi eserlerinin İtalya’dan sonra, Fransa ve Almanya’dan önce Türkiye’de sahnelendiği düşünülürse, İstanbul ve İzmir’de ciddi bir izleyici topluluğunun oluştuğu söylenebilir. Bu arada yabancı bestecilerden Türkiye’de opera besteleyenler olmuş (Lombardi’nin Giselda’sı 1849; Giacomo Panizza’nın Silistre’si, 1855, gibi), İstanbul’daki azınlıklar topluluk oluşturarak operet ve opera-komiklerin yanı sıra operalar da sahnelemişlerdi.

Türkçe libretto üzerine ilk operayı Lübnanlı Vadya Sabra bestelemiştir. Metnini Halide Edip Adıvar’ın yazdığı Kenan Çobanları (1916) adlı bu operayı diğer Türk operaları izledi. Cumhuriyet’le birlikte devletin müzik politikasında çok sesli müzik, bu arada opera da önemli bir ağırlık taşıyordu. Ankara’da yabancı uzmanlar getirtilerek Türk operasını oluşturma çalışmalarına girişildi.

Osmanlı Döneminde Opera

Avrupa’da sınırları aşarak ülkelere yayılan opera, İstanbul’da özellikle sarayda ve varlıklı çevrelerde ilgi uyandırmıştı. Sadrazam Köprülü Fazıl Mustafa Paşa’nın girişimiyle (1637-1691) Şehzade Mustafa için düzenlenecek sünnet düğününe bir opera topluluğu çağrılması, opera konusundaki ilk girişim olarak bilinmektedir. Sarayda Batı’nın gösteri sanatlarına duyulan ilgi giderek artarken, Padişah III. Selim 1797’da Topkapı Sarayı’nda ilk defa bir opera temsili seyretmiştir.

1820 yıllarından başlayarak Beyoğlu’nda Batı türü eğlenceler yayılmaya başlamış, Tanzimat döneminde daha da yoğunlaşmıştır. 1830’da M. Giustiniani adlı bir İtalyan’ın Galatasaray Lisesi karşısında “Fransız Tiyatrosu” olarak bilinen binayı yaptırarak Gaetano Mele adlı bir yöneticinin öncülüğünde temsiller hazırladığı biliniyor. Fransız yazar Clément Huart’ın verdiği bilgiye göre, İstanbul’da ilk önemli tiyatro hareketleri II. Mahmut döneminde başlamıştır. Bu arada Bosco adlı bir İtalyan’ın işlettiği ayrı bir tiyatro da temsiller vermeye başlamış, 1841’de bir İtalyan topluluğu tarafından Gaetano Donizetti’nin Belisario adlı operası temsil edilmiş, operanın metni de Türkçe bastırılarak dağıtılmıştı. Bosco, tiyatrosunu 1841 sonlarına kadar işletmiş, daha sonra Halepli Tütüncüoğlu Naum Efendi’ye devretmiştir. Naum Efendi’nin tiyatrosu 1846’da büyük Beyoğlu yangınında yandı.

Sultan Abdülmecid’in ilgisi ve sefaretlerden toplanan yardımla James Smith adlı bir mimara yeniden yaptırılan tiyatro binasında oyunlara 1848’de Verdi’nin Macbetto’suyla başlanmış, İtalya’dan getirtilen sanatçılarla büyük başarı sağlanmıştı. Tiyatronun kapısı üzerinde Sultan Abdülmecid’in tuğrası üzerinde şu dizeler yazılıydı: “Kıldı Hân Abdülmecid’in mazhı ihsanı binâ / Sâyei lütfunda âlem eylesin zevku safâ.” Opera kadrosu için kullanılan deyimler de ilginçtir: Primadonna, “başhanende”, erkek baş şarkıcı “baş mukallid”, orkestra yöneticisi “sersâzen- degân” gibi…

Bu arada ünlü siyaset ve devlet adamları da bu tiyatroda temsilleri seyretmişlerdir. Bunlar arasında İngiltere’nin Galler İmparatoriçesi, Fransa İmparatoriçesi Eugenie, Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Joseph de vardır. Esprit Auber’in Porticili Dilsiz operası Naum Tiyatrosu’nda sahnelenen son eserdir. 1870 yılında temsiller sonrası çıkan yangında Naum’un tiyatrosu tamamen yanmıştır.

Opera hareketleri Naum’un tiyatrosunun yanmasından sonra, azınlık evlerindeki özel temsillerle sürdürüldü. Bu arada Gedikpaşa Tiyatrosu’ndaki opera konserleriyle bu boşluk doldurulmaya çalışıldı.

Osmanlı sarayında çok sesli müziğe ve operaya ilgi uzun yıllar devam etmiştir. Bu konuda öncülük eden Sultan II. Mahmut, ünlü besteci Gaetano Donizetti’nin kardeşi Giuseppe Donizetti’yi İtalya’dan çağırarak sarayda görevlendirmişti. 1828 yılında İstanbul’a gelen ve paşa rütbesi verilen bu sanatçı 1856’da İstanbul’da ölmüştür. Angelo Mariani, Pisani, Guatelli ve Dussep paşalar sarayın müzik etkinliklerini yönetmişler, birçok öğrenci yetiştirmişlerdir. Yetişen erkekler Saray Bandosu’nda, kızlar Kız Fanfarı ve Bale Heyeti’nde görevlendirilmiştir.

Sultan Abdülmecit’in emriyle Dolmabahçe’de bugünkü İnönü Stadı’nın bulunduğu yerde 1856’da yapımına başlanan opera binası 8 Ocak 1859’da açılmıştır. Bu kurumun bütün sanatçıları Türk’tür ve saray çevresinden seçilmiştir. Abdülmecit öldükten sonra Abdülaziz tiyatroya pek ilgi göstermemiş, Dolmabahçe Saray Tiyatrosu 1865’te yanmıştır.

1876’da tahta çıkan ve saltanatı yalnızca üç ay süren V. Murat’ın müziğe çok meraklı olduğu bir de polka bestelediği bilinmektedir. II. Abdülhamid tahta çıktığı sırada, sarayda çok iyi müzikçiler tarafından yetiştirilmiş bir orkestra ve bando topluluğu vardı. II. Abdülhamid de tıpkı V. Murat gibi müziğe oldukça meraklıydı, saray müzik topluluklarını izliyor, yöneticilerini bol bol ödüllendiriyordu. Avusturya’dan gelen bir koronun konserini çok beğenen II. Abdülhamid, müzisyen Zâti (Arca) Bey’den benzer bir topluluk kurulmasını istemiş ve isteği gerçekleşmişti.

II. Abdülhamid, sarayda bir tiyatro ve opera binası yaptırmayı tasarlamış ve 1889’da Yıldız Tiyatrosu’nu gerçekleştirmiştir. İstanbul’da temsiller vermek üzere gelen bir İtalyan aile Muzikayı Hümayun kadrosuna alınarak görevlendirilmiştir.

Sarayın yanı sıra opera konusunda özel girişimlerde vardı. Bu girişimlerin en önemlisi, Dikran Çuhacıyan’ın kurduğu tiyatroda sahnelenen kendi eserleriydi. Bunların ilki 1874’te oynanan Arifin Hilesi’dir. Bunu Çin Çiçeği izlemiştir. İtalyan müzikçi Alberetto’nun yönetiminde sahnelenen bu eserlerden sonra 1875-1876 mevsimi Dikran Çuhacıyan’ın Leblebici Horhor adlı müzikli oyunuyla başlamıştır. Güftesi Takvor Nalyan’a ait olan bu eser oldukça çok tutulmuş, birçok kez sergilenmiştir. Çuhacıyan’ın Naum Efendi’nin tiyatrosunda sergilenen Arsas ve Olimpiya adlı eseri Ermenice yazılmış olmasına karşılık Türklerden geniş ilgi görmüştü.

Güllü Agop Efendi’nin Gedikpaşa Tiyatrosu’nda sergilediği müzikli oyunların ilki Jacques Offenbach’ın Güzel Helena’sıdır. İlgi üzerine Charles Lecocq’un Madam Angot’un Kızı, ardından Giroflé Girofla adlı hafif operası sahnelenmiş, bu eserlerin temsilinde tümüyle Ermeni sanatçılar rol almışlardır. Opera tarihimizde yazılmış ilk opera metni Abdülhak Hamid’in babası Hayrullah Efendi’nin Hikayei İbrahim Paşa ve İbrahimi Gülşeni’dir.

Türkiye'de operanın tarihçesi

Cumhuriyet Döneminde Opera

Cumhuriyet tüm güzel sanatlarda, bu arada müzikte de yeni bir anlayışın ve çabanın doğuşuna yol açmıştı. İmparatorluktan elde kalan tek yetişmiş topluluk Muzikayı Hümayun ilk iş olarak Ankara’ya alınmış ve topluluğa bağlı bir de bando kurulmuştu. Orkestra Zeki Üngör’ün, bando Veli Kanık’ın yönetimindeydi. 1924’te müzik öğretmeni yetiştirilmesi amacıyla Musiki Muallim Mektebi açıldı; İstanbul’daki Darülelhan da 1926’da Belediye konservatuvarına dönüştürüldü. Musiki Muallim Mektebi’nin yetersiz olabileceği endişesi, Batı anlamında bir konservatuvar kurulması çalışmalarını başlatmış, düşüncelerinden yararlanmak amacıyla çağın tanınmış bestecilerinden Paul Hindemith Ankara’ya çağrılmıştı.

Paul Hindemith konservatuvar kurulmasını sağlayacak esasları saptadı, ayrıca opera için de bir tasarı hazırladı. Hindemith’in yaptığı program uyarınca hazırlıklar tamamlandı ve 1 Kasım 1936 tarihinde de Musiki Muallim Mektebi içinde devlet konservatuvarı sınıfları çalışmaya başladı. Aynı zamanda, tanınmış Alman yönetmen Carl Ebert çağrılarak, kendisine sorumluluk verildi. İstanbul Belediye Konservatuvarı da aynı amaçla çalışmalarına başlamış ve uzman olarak Avusturyalı besteci Joseph Marx’i çağırmıştı. Ankara’da Riyaseticumhur (Cumhurbaşkanlığı) Filarmoni Orkestrası adını alan topluluğun başına Dr. Ernst Praetorius getirildi.

Bu ünlü sanatçılardan başka, pek çok müzikçi, Almanya’da iktidara gelen Nazi rejimi muhalifi veya Yahudi oldukları için Türkiye’ye sığınmışlar, öğretmen ve eğitici olarak müzik alanında büyük yarar sağlamışlardır.

Ankara’da Musiki Muallim Mektebi’nin, İstanbul’da Darülelhan’ın kuruluşu, yurtdışında eğitim gören genç öğretim üyelerinin geri dönüp öğrenci yetiştirmeye başlaması, opera alanında gerek besteci gerekse yorumcu açısından umutlu bir geleceğe atılan ilk adımlar oldu.

Cumhuriyet sonrası ilk Türk operası, İran şahı Rıza Şah Pehlevi’nin Ankara’yı ziyareti onuruna 1934 Haziranında Ankara Halkevi Salonu’nda temsil edildi. Sözlerini Münir Hayri Egeli’nin yazdığı Ahmet Adnan Saygun’un bestelediği Özsoy adlı üç perdelik eserin müzik yönetimini bestecisi yapmış, eseri sahneye yazarı koymuş, orkestra olarak Riyaseticumhur Bando Heyeti görevlendirilmiş, koro için Ankara’da bulunan liselerdeki kız öğrencilerden yararlanılmıştı. Bu eserde rol alan sanatçılardan başlıcaları Nurullah Şevket (Taşkıran), Semiha (Berksoy) ve Nimet Vahit’tir. Türk ve İran uluslarının kardeş olduğunu anlatan Özsoy’dan sonra ayın yılın Aralık ayında ve gene Ankara Halkevi’nde üç perdelik Taş Bebek sahnelendi. Masalı çağrıştıran konusuyla opera tarihimize katılan eserden Ayin Raksı adlı orkestra bölümü günümüzde konserlerde de yer almaktadır.

Adnan Saygun’un yanı sıra beş öncü bestecimiz arasında sayılan Necil Kâzım Akses’in Bayönder adlı operası da, gene 1934 yılı aralık ayında Ankara Halkevi’nde sahnelenmiştir. Bu eser de masalımsı konusuyla ve lirik müziğiyle ilgi çekmiş, başrollerden birini gene Nurullah Şevket Taşkıran oynamıştı.

Musiki Muallim Mektebi’nin opera bölümündeki eğitim öğretimle ilgili çalışmalar, önceleri uluslararası opera literatürünün klasik eserlerinden alınan örneklerle, Türkçe metinli denemeler halinde oluşup gelişmiştir. Bu alanda sahnelenen ilk eser, W. A. Mozart’ın bir perdelik Bastien and Bastienne adlı operası olmuştur. Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın eşliğinde ilk olarak Türkçe metinle sahnelenen eser, basın tarafından da büyük ilgi görmüştü.

Yoğun çalışmalar sonucu kazanılan bu başarılar, gerekli önlemlerin alınması zorunluluğu da doğurmuştu. 16 Mayıs 1940 tarihinde yürürlüğe giren bir yasa ile Musiki Muallim Mektebi bünyesinde geçici olarak kurulup faaliyete geçirilmiş olan devlet konservatuvarı sınıflarının; Müzik, Opera, Bale ve Tiyatro bölümlerini içine alan bir Ankara Devlet Konservatuvarı’na dönüşmesini sağlamıştır. Nitekim yıllar sonra Atatürk’ün özlem duyduğu günler de gelmiş, devlet konservatuvarı, yetenekli besteciler, müzikçiler, solistler, balerinler yetiştirmiştir.

1982’ye kadar Kültür ve Turizm Bakanlığ bünyesinde eğitim veren Ankara Devlet Konservatuvarı, aynı yıl Yükseköğretim Kurulu kapsamına alınarak Hacettepe Üniversitesi’ne bağlandı.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.