Kayıp Kıta Atlantis’in Peşinde

3500 yıl kadar öncesiydi ve uzun, tembel bir Ege yazı sonuna doğru yaklaşmaktaydı. Akşam gurup vakti idi ve batmakta olan güneş, küçücük Kaliste adasının siluetini öyle mükemmel bir şekilde sarmalıyordu. Bu ada vahşi denizin orta yerinde renkli yanardağı ile öylesine güzel idi ki, Ege adalarının arasında bile güzelliği ile dikkatleri çekmekteydi.

Gece yaklaştıkça, gölgeler giderek uzuyordu. Bu sırada acayip ve boğucu bir sıcaklık kasabayı sarmalıyordu ve deniz kurşun rengini alıyordu. Yerin ta derinliklerinden bir gümbürtü duyuluyor, korkunç sesler önceleri kesik sonraları da devamlı olarak gelmeye başlıyordu. Adalıları bir panik kaplıyor, 1500 metre yükseklikteki zirvesi ile yaşamlarına egemen durumda olan dev yanardağın patlamak üzere olduğunu ve yer sarsıntısı güçlerini elinde bulunduran tanrının yanardağın içerisindeki uzun ve derin uykusundan uyanmakta olduğunu biliyorlardı artık.

Evlerinden, ellerinde en değerli eşyalarını çılgınca kaparak fırladıkları zaman bilmemiş olabilecekleri bir şey vardı ki, o da şehirlerinin, adalarının ve nihayet tüm uygarlıklarının tamamen yok olacağı bir büyük felaket gelmekte idi: Çok daha sonraki yıllarda sismologların, dünyanın gördüğü en şiddetli yanardağ patlamalarından birisi olarak değerlendirecek oldukları bir felaket.

Önce, dışarı fırlayan büyük miktarda lav kendini gösterecekti. Daha sonra ise, kızıl renkli sünger taşlarından oluşan dehşet dolu bir yağmur; ardından da yanardağın konisinden fırlayan patlamaların arasında her yanı kaplayacak olan bir kızgın kül yağmuru. Felaketin en şiddetli olduğu bir anda, yanardağın kendisi de korkunç boyutlara ulaşmış iç basınçlar sonucunda büyük bir gümbürtü ile patladı. Akdeniz’in bir ucundan öteki ucuna kadar her yerinde işitilen bu patlama, dünyanın sonu olsa gerekti: Adanın tümü toz ve toprak haline dönüşmüştü.

En sonunda da yanardağın altındaki magma haznesi boşalacak ve milyonlarca ton ergimiş taşı dışarıya kusacak, devamında da yanardağ kendi kendisinin içine göçerek yok olacaktı. Bunun sonucu, kenarları fazla yüksek olmayan, 37 mil kadar çevresi olan dev bir krater oluşacaktı. Böylece oluşan boşluğu deniz dolduracak ve daha da korkunç bir afeti beraberinde getirecekti. Bunlar dev tsunamilerdi: Depremler veya faaliyete geçen yanardağlardan kaynaklanan ve belki de doğanın en ürkütücü gücü olan dev dalgalar. 190 metre yükseklikteki dev dalgalar, adadan arta kalabilmiş olan parçaları ve yakınındaki kıyıları da eşi benzeri görülmemiş bir kuvvet ile etkisi altına alacaktı.

Bu, günümüzdeki bilim adamlarının adanın 3500 yıl kadar önce nasıl yok olduğu ve denize gömüldüğü ile ilgili olan olaylar zincirini anlatışlarıdır. Yine onların tahminlerine göre, 500 ila 1000 kadar güçlü atom bombasının yok edici gücüne denk bir patlamanın hikayesidir bu. Kalın kül bulutlarının neden olduğu korkunç bir karanlık tüm Ege’nin üzerine çökmüştü

Kalın kül bulutlarının neden olduğu korkunç bir karanlık tüm Ege’nin üzerine çökmüştü ve haftalarca sürecek olan bir zifiri gece karanlığına neden olmuştu. Küller ise yağmaya yıllarca devam etti. Bugün “tefra” adı verilen artıklar, Eski Yunanlıların Kaliste adını verdikleri bu adada ne kalmışsa o kalıntıların üzerine 60 metreye varan kalıntılarda bir tabaka olarak yer almaktadır.

Bilim adamlarının kanısına göre, Kaliste Adası’nın başına gelenler, Eski Yunan filozofu Eflatun’un zamanlarından bu yana tarihçilerin ve coğrafyacıların zihinlerini kurcalayan bir bilmecenin, Kayıp Kıta Atlantis’in çözümü olabilir.

Batı düşüncesinin öncülerinden olan Eflatun, Atlantis efsanesinin tek doğrudan kaynağı durumundadır. Deniz tarafından yutularak yok edilen kıta hakkındaki bölük pörçük öyküsü, günümüz insanının zihinlerini hâlâ meşgul edebilmektedir.

Eflatun’un Kayıp Kent Atlantis Efsanesi

Eflatun’un Atlantis’i bir tür cennetti. Dev dağ silsileleri, fil dahil her türlü hayvanatı barındıran verimli ovaları, şahane meyvelerin sonsuz bollukta yetiştiği dillere destan bahçeleri ile Libya ve Asya’nın toplam alanından daha geniş bir bölgeye yayılan uçsuz bucaksız bir ada. Yer, değerli metallerle dolup taşmakta idi; özellikle de eskilerin en çok değer verdikleri, gökkuşağının tüm renklerini üzerinde toplayan “orikalk” ile.

Adanın tam merkezinde kurulmuş olan Atlantis’in başkenti birbirleri ile mimarı olarak uyum içindeki beyaz, siyah ve kırmızı renkli taşlardan yapılmıştı. Özellikle de kamuya ait binalarının görkemi ile ünlü idi bu şehir. Belki daha da olağanüstü olan şey, bu kentin yerleşim planı idi. Birbirlerinin içine geçmiş olan eş merkezli beş adet daire halinde inşa edilmiş olan surlarla çevrili bir kentti, bu başkent. Çok sayıdaki limanı, bir kanallar sistemi ile birbirlerine bağlantılı hale getirilmişti. Eflatun’a göre buranın en büyük limanı ve en büyük kanalı dünyanın her bir yanından gelen gemiler ve tüccarlar ile dolup taşıyor; bu kalabalık, limanın gece-gündüz insan sesleri, çınlamalar ve takırtılar ile dolmasına neden oluyordu.

Kentin merkezinde ise, daha da görkemli büyük saray ve tapınak yer almakla idi. “Kule takkelerinin dışında kalan tüm dış cepheleri gümüş ile kaplamışlardı, takkeler de altın ile. Tapınağın içine girildiğinde ise tavan fildişinden yapılmış, her tarağı hassas ve ince bir şekilde altın, gümüş ve “orikalk” ile bezenmişti. Geriye kalan tüm yerler, duvarlar, sütunlar ve döşeme de “orikalk”ten yapılmıştı. Tapınağın içine altından heykeller yerleştirmişlerdi. İşte at arabası içinde ayakta duran tanrının ve altı atla arabacının heykeli de orada idi: Bu heykel o denli iri idi ki, tanrının başı yapının tavanına değmekteydi; çevresinde de yunus balıklarının üzerine binmiş olan yüz tane su perisi vardı…”

Bu arabacı, Denizler Tanrısı ve yeryüzünün sallayıcısı olan Poseidon’dan başkası değildi. O ve onun tanrısal kardeşleri Zeus ve Hades dünyayı aralarında paylaştıklarında, Atlantis Poseidon’un payına düşmüştü. Adanın tek hâkimi tanrı durumuna gelmiş ve orayı kendi soyundan çocuklar ile doldurmuştu: Böylece tanrısal ahlaka sahip bir ırk oluşmuştu Atlantis’te. Atlantis’in on kralı sonsuz derecede zengin ve güçlü idiler, ancak kurdukları dev koloni imparatorluğunu akıl ve adalet ile yönetmekte idiler. Sayısız Atlantisli kuşak, kendilerine Poseidon tarafından indirilmiş bulunan bir yasalar sistemi altında barış ve dünyanın her tarafında hayranlıkla karşılanan bir adalet içinde yaşadılar.

Fakat sonunda Atlantis toplumu bozulmaya başladı. Halk, zenginlik, tembellik ve lüks tanrıları olan kötülük tanrılarına tapınmaya başladı. İlahi kesimin etkisi azalmaya ve ölümlülerden oluşan karışımın içinde erimeye başladıktan sonra kendi yazgılarını ve talihlerini beğenmemeye ve uygunsuz davranmaya başladılar. Atlantisliler, görebilen bir göz için, oldukça aşağılık bir duruma geldiler, çünkü kendilerine bahşedilmiş olan nimetlerin en önemlisini peyderpey kaybetmekte idiler. Fakat öte yandan gerçek saadeti görebilmek için gözü olmayanlara ise, gözlerini tam para hırsının ve haksız yollardan kazanç elde etmenin bürüdüğü bir zamanda başarılı ve mutlu olarak gözükebiliyorlardı.

Bu kokuşmuşluk döneminde, Atlantisliler dünyanın fethedilmesine girişmişler, diğer adalara dev filolar ile saldırılarda bulunarak Akdeniz’in birçok kıyı yerleşimini esaret altına almışlardı. Bunlara karşı koyabilen tek güç, akıl, çalışkanlık ve savaş tanrıçası olan Athena’ya adanmış şehir olan Atina idi. Atina “hoplit”leri veya başka bir deyişle ağır piyadeleri istila dalgalarını kırmayı ve parlak bir zafer kazanmayı başarmışlardı.

Fakat bu yenilgi de onlara yetmemişti: Tanrılar, Atlantis’in eskilerde çizilmiş olan yazgısını bozan insanlar için korkunç bir öç hazırlamışlardı. Eflatun öyküsüne devam ediyor: “Daha sonraları, şiddetli depremler ve sel felaketleri oldu ve sonunda da talihsiz tek bir günde ve gecede Atlantis adası denizin derinliklerinde kayboldu.”

Eflatun’un anlattıklarına bakılacak olursa Atlantis’in sulara gömülmesi 12.000 yıl kadar önce olmuştur. Ona göre, Atlantis “Büyük” Okyanus’ta, günümüzde Cebelitarık Boğazı olarak bilinen Herkül Sütunlarının ötesinde dalgaları yükselen Batı Denizi’nde yer almaktaydı. Atlantis’in varlığı ve coğrafi konumu hakkında adeta birbirleriyle yarıştırılan savların birçoğu bu yer-zaman ilişkisine dayandırılmaktadır.

Eflatun’un Atlantis efsanesinin kökeni ne idi ve biz onu ne dereceye kadar ciddiye alabiliriz? Bunları hangi koşullar altında yazmıştır ve bundaki amacı ne olmuştur? Atlantis efsanesi ne ölçüde gerçektir?

Örneğin çok değil yaklaşık bir yüzyıl önce, Truva ve Miken kentleri de en az Atlantis kadar birer efsane idi. Bilim adamları kesin olarak inanıyorlardı ki, Homeros’un Truva kuşatması hakkındaki destan şiiri İlyada, tamamen bir söylenceye ve hayal gücüne dayanıyordu. Ancak, kendi kendisini yetiştirmiş olan bir Alman olan Heinrich Schliemann (1822-1890) tek başına yaptığı araştırmalar ile tüm resmi dogmaları altüst etti: İlyada’nın tarihsel gerçeklere kesinlikle kani olarak, Schliemann, onu kaybolmuş Truva dünyasını bulmakta bir rehber olarak kullandı.

atlantis şehri

Atlantis Efsanesinin Kaynağı: Timeaus ve Critias

Atlantis efsanesi Eflatun’un meşhur diyalogları olan Timeaus ve Critias’ta geçmektedir. Bu diyaloglar aslında Atina’nın entelektüel yurttaşlarının her zaman girdikleri felsefi tartışmaların yazıya dökülmüş şekli idi. Diyaloglarda Atlantis öyküsünün nakledicisi Eflatun’un kuzeni ve kendisi gibi Sokrat’ın öğrencisi olan Critias’tır. Üç ayrı yerde Critias, öykünün gerçek olduğunu vurgulamakta ve Sokrat’ın kendisinin de, bunun “uydurma bir öykü olmadığını ve gerçek olduğunu” söylediğini nakletmektedir.

Critias, aynı zamanda, kendisinin bu öyküyü büyük-büyük babası Dropides’ten duyduğunu ve Dropides’in kendisinin de bunu Solon’dan işittiğini iddia etmektedir. Eğer bu doğru ise, işte en çok kuşkuya bu neden olmalı; çünkü Solon Eski Yunan boyunca doğruluğu ile ün yapmış birisi idi. Klasik zamanların en ünlü yasa koyucularından birisi olan Solon, Eski Yunan’ın Seven Sages’i arasında en akıllı olanı olarak tanınmaktaydı. MÖ 640 ile 558 yılları arasında, Eflatun’un Atlantis efsanesini kaleme almasından iki yüzyıl önce yaşamıştı: Bu süre, öykünün kulaktan kulağa geçerek canlı durumda tutulması için özellikle uzun bir süre sayılmazdı.

Solon, öykünün özgün olduğunu iddia etmemektedir. Kendisi bu öyküyü MÖ 590 yılları civarında Eski Mısır’a yaptığı bir seyahat sırasında duymuştu. Nil Deltası’ndaki eski bir kent olan Sais’te Tanrıça Neith’in rahiplerine rastlamıştı. Bunlar çok iyi derecede eğitim görmüş adamlardı ve Solon her zaman yeni şeyler öğrenmeye meraklı ve hevesli birisi olarak onlara eski devirler hakkında sorular sormuştu. Yaşlı rahiplerden birisi, 9000 yıl kadar önce Atinalı atalarının kahramanca işlerinden söz etmiş ve Atlantis’in sulara nasıl gömüldüğünü anlatmıştı. Solon’un ağzı öyküyü dinlerken açık kalmış ve onu eski Yunancaya çevirmişti. Amacı bu öyküyü bir destansı bir şiire dönüştürmekti; çünkü kendisi bir devlet adamı olduğu kadar, aynı zamanda ünlü bir şairdi de. Fakat bu hedefini gerçekleştirecek kadar uzun yaşayamadı.

O halde Atlantis efsanesini başlatan ve kuşaklar boyu aktarılmasını sağlayanlar, tabletleri ve kutsal arşivleri ile titiz ve geçmiş ile sıkı ilişkileri olan eski Mısırlı tarihçiler olsa gerektir. Atlantis kıtası ya da şehri gerçekte var idiyse, Antik Mısır uygarlığı ile bağlantısı son derece önemlidir. Bu, eski Mısırlıların yalnızca Atlantis’ten haberdar olmakla kalmadıklarını aynı zamanda ada güçlerinin belki de kendi egemenliklerini bir zamanlar tehdit altında tutmuş oldukları anlamına gelmektedir.

Tarih ve söylencede, denizler tarafından yutulmuş birçok adanın öyküsü vardır. Kral Arthur’un gizemli Avdon Adası bunlara sadece bir örnektir. Ve bu fikir de tamamen hayal ürünü değildir. Denizin ortasından bitiveren ve sonra da kaybolan adalar, Atlantik’te ve özellikle de Azorlar’da ve İzlanda yakınlarında gerçekten olmaktadır.

Eflatun, Atlantis’in Atlantik’te olduğuna emindir ve nispeten ciddi araştırmacılar da bu adayı orada aramışlardır. Bu kurama göre, Azorlar, Yeşilburun Adaları, Kanarya Adaları ye Madeira, Atlantis’in dağlarının zirveleri idi ve bunlar kaybolmuş bir kıtanın görünen tek kalıntıları durumunda idi. Amerika kıtası keşfedilince, burasını bazıları Atlantis olarak düşünmüşler, ancak muhalifler buranın kesinlikle kuru bir ülke olduğunu ve hiçbir zaman denizin içine batmamış bulunduğunu açıklıkla ortaya koyabilmişlerdir.

Bütün bu hatalar ve tutarsızlıklar, kaybolmuş Atlantis kıtasına olan ilginin yenilenerek sürmesine hiçbir zaman engel olamamıştır. Akıllara durgunluk veren bir kuramlar ve karşı kuramlar zinciri 19. yüzyılda yeni bir doruğa ulaşmış ve yeni bir “bilim” alanının, Atlantoloji’nin doğmasına neden olmuştur.

Atlantis’in Efsanelere ve Bilim-Kurguya Gömülmesi

Bilim-kurguda Atlantis kıtasıİlk önemli Atlantolog, bir Amerika Birleşik Devletleri politikacısı ve Kongre üyesi olan Ignatius Donnelly’dir. Donnelly, 1882’de şaheseri “Atlantis: The Antediluvian World” adlı kitabını yayınlamış ve o zaman en çok satan kitaplardan birisi ve Atlantologların da kutsal kitabı haline gelmiştir.

Donnelly’nin tezi, Amerika’nın Kolomb öncesi uygarlıkları ile eski Mısır kültürü arasındaki benzerliklere dayanmaktaydı. Bunların arasında Donnelly, piramitlerin inşaatını, mumyalama sanatını, 365 günlük bir takvimin geliştirilmiş olmasını ve tufan öykülerini saymaktadır. Ona göre birbirlerinden binlerce kilometre uzakta olmasına karşın olağanüstü benzerlikleri bulunan bu iki kültürün kökeni ortak olmalıdır ve bu, tufandan önce Eski ve Yeni Dünyaların arasında bir birleştirici kıtanın var olduğu anlamına gelmektedir. Atlantis kıtası battıktan sonra biri doğuda, diğeri ise batıda olmak üzere iki kültür ayrı ayrı gelişmelerine devam etmişlerdir.

Donnelly, kuramını kurarken, o zamanın modern biliminden toptan alıntılar yapmıştır. Arkeoloji, mitoloji, dilbilim, etnoloji, jeoloji, zooloji, botanik bunların tümünü, iddialarını büyük bir ustalık ve edebi beceri ile bir araya getirmiştir. Bu karmakarışık bilimsel yığının, parlak bir geleceği olacak ve uzun bir müritler kuyruğuna uzun süre kaynaklık edecektir.

Donnelly’nin destekçileri, kendi savlarını güçlendirmek için bir dolu kurama hazır olarak sahip bulunuyorlardı. Atlantoloji, birçok kutsanmış bilinmeze yanıt olabilecek gibi gözükmekteydi. Örnek olarak, Avrupa’dan kalkıp, Atlantik’i geçerek yumurtalarını Sargasso Denizi’ne bırakmak üzere uzun ve tehlikeli engellerle dolu bir yolculuğu katlanan yılanbalıklarının gizemli üreme alışkanlıkları, bunların Atlantis’in ırmaklarında geçirdikleri deneyimleri ile açıklanmaktadır.

Donnelly’nin tüm kuramlarını üzerine oturttuğu asıl temel (yani Atlantis’in Atlantik Okyanusu’nda bir yerlerde olduğu yolundaki savı) günümüzde büyük ölçüde çürütülmüş bulunmaktadır. Deniz yatağının ve kıtaların oluşumunun oşinografik etütleri, Atlantis’in 36 milyon milkarelik tüm alanında Atlantis için ifade edilmekte olan ölçekte bir felaket ile veya Atlantis diye bir kıtanın var olmuş olması ile ilgili herhangi bir ize rastlanmamıştır. Dünya’nın tüm deniz bilimcilerin, denizaltı dalgıçların ve derin denize inen sondaların ”Libya ve Asya’nın birleşiminden daha büyük” bir karayı gözden kaçırmış olmaları olanaksızdır. Kuzeyden güneye doğru 12.500 mil kadar uzanan dev bir deniz dibi dağlar silsilesi vardır ve bu sıradağlar Azorlarla birlikte su yüzüne çıkmaktadır. Ancak bunun bir volkanik sıradağ olmasına karşın, bu sıradağlar “genişleme halinde” su yüzüne doğru yükselmektedir; halbuki Atlantis’in ise batmaya devam ediyor olması gerekir.

Onun haksız olduğunu kanıtlamak için, çağdaş yöntemlerin ve çağdaş donanımların kullanılması gerekmiştir. Fakat çağdaş bilimsel yöntemlerin yetersiz olduğu 1912’de Atlantis öyküleri çabucak kandırılabilen bir kamuoyunun hayal gücünü ayakta tutabiliyordu. ABD’de bu yıllar sansasyonel gazeteciliğin doruk noktası idi. 20 Ekim’de William Randolph Hearst’ün New York American gazetesindeki bir makalenin manşetinde şöyle yazıyordu: “Kaybolmuş Atlantis’i, Tüm Uygarlığın Kaynağını Nasıl Buldum?” Makalenin yazarı, ilginç bir şekilde Truva’nın kâşifinin torunlarından birisi olarak tanıtılan Dr. Paul Schliemann adını taşıyordu.

Makale yazarının iddiasına göre, yazar meşhur büyükbabasından kalma gizli belgelere sahip bulunuyordu: Uygar dünya için çok büyük öneme sahip olması gereken kaybolmuş kıta Atlantis hakkında olağanüstü bilgiler bulunuyordu bu belgelerde. Bu dramatik ve belki de acıklı bir öykü idi. Kâğıtlar, üzerinde aşağıdaki yazıların yer aldığı bir zarfın içinden çıkmıştı: “Bu zarf, yalnızca kendisini içinde yer alan konulardaki araştırmalara adamaya yemin edebilecek olan bir Schliemann ailesi üyesi tarafından açılmalıdır.” Paul Schliemann tabii ki yemini etmiş ve zarfı açmıştı.

İçindeki ilk talimat, kâğıtlarla birlikte saklanmış olan baykuş başlı bir vazonun kırılarak açılması şeklinde idi. Vazonun içinde Schliemann, Finike yazısı ile üzerinde “Saydam Duvarlı Tapınaktan Tedavüle Çıkartılmıştır” yazısı kazılı bulunan bilinmeyen beyaz bir alaşımdan yapılmış garip biçimli karesel bir madeni sikke buldu.

Tırmanan heyecanı ile Schliemann büyükbabasının notlarını titizlikle inceledi ve bunların arasında, Truva’da topraktan çıkarılmış olan ve üzerinde “Bu, Atlantis’in Kralı olan Cronos’un hediyesidir” yazılı gizemli bir yazı bulunan büyük bir vazodan söz edildiğini okudu.

Schliemann, bunun üzerine daha başka kanıtlar elde etmek üzere, dünya çapında bir seyahate çıktı. Kendisinin, Atlantik Okyanusu’nun altına gömülen Atlantis hakkında Eflatun’un hikâyesini destekleyen iki el yazması keşfettiğini iddia etti. Bunlardan birisi Londra’da bulunuyordu ve Maya kökenli idi. Diğeri ise Tibet’teki bir manastırda bulunuyordu ve 4.000 yıldan daha eski olan bir Kaide belgesi idi. Bunların hepsi, tufandan önceki bir uygarlığın kanıtları idi.

Schliemann’ın makalesi daha başka şaşırtıcı kehanetlerin açıklanacağını söz vererek noktalanıyordu. Öyküsü, uluslararası ölçüde bir sansasyon yarattı. Fakat bu öykü, sonu olmayan bir öykü olarak sürecek, söz verdiği açıklamaların hiçbirini gerçekleştirmeyecek ve Schliemann da bir daha hakkında hiçbir şey duyulmayacak şekilde ortadan kaybolacaktı.

Atlantis destanının en çarpıcı bölümlerinden birisi de Amerikalı yarı peygamber Edgar Cayce’a (1877-1945) aittir. Meslekten başarılı bir fotoğrafçı olan Cayce, manevi yöntemlerle tedavi konusunda oldukça iyi bir ün yapmıştı ve hipnotik bir trans sırasında olağanüstü şeyler görmüştü. Bunların önemli bir kısmı Atlantis ile ilgili idi. 1923 ile 1944 yılları arasında yüzlerce kez tekrarladığı translarında kendisine geldiğini iddia ettiği vahiylerle Atlantis’in nasıl bir yer olduğu konusundaki resim, Eflatun’unkiler ile büyük benzerlikler gösteriyordu, ancak kendisinin diyalogları okumamış olduğu tahmin ediliyordu. Onun Atlantis’i de ileri maddi ve manevi standartları olan bir uygarlıktı ve burada hem bilim, hem de teknoloji oldukça yüksek düzeylere erişmişti. Atlantisliler her tür enerji kaynağının üstesinden gelmişler, bu arada atom enerjisini bile bulmuşlardı. Öte yandan uçuşun genel prensiplerini de bilmekteydiler. Onların dünyası MÖ 50.000, MÖ 28.000 ve MÖ 10.000 yıllarında oluşan üç ayrı nükleer felaket sırasında yok olmuştu. Bu sonuncu tarih, Eflatun’un Atlantis’inin yok olmasına neden olan afet ile ilgili olan öyküsü ile yaklaşık olarak aynı tarihe gelmektedir. Bununla birlikte, Cayce Atlantislilerin çoğunun yok oluşta kaçabildiklerini, zira onların gelmekte olan felaketleri önceden görebildiklerini iddia etmektedir. Atlantis’ten kaçanlar doğuda eski Mısır’a ve batıda ise eski Meksika ve Peru’ya yayılmışlar ve kültürlerinin mirasını bir dereceye kadar yaşatabilmişlerdir.

Cayce’ın görüşleri bilimsellikten son derece uzak ve gariplikler ile doludur. Ona göre Atlantis’in bilim adamları ve teknologları elde ettikleri tehlikeli bilgileri kötüye kullanarak, kendi sonlarını kendileri getirmişlerdir. Yine de bazı kuramlar ile karşılaştırıldıklarında oldukça makul gibi gözükmektedir. Çünkü bazı meraklılar Atlantis’i bilim-kurgunun en uç noktalarına taşımakta, adanın eski denizcilerini uzay yaratıkları haline dönüştürmekte ve onları uzay gemileri, lazer tabancaları ve kozmik ışınlar ile donatmaktadırlar.

Atlantis’in meraklı arayıcıları, kaybolmuş kıtayı şaşırtıcı derecede çok çeşitli yerlerde yeniden keşfetmişlerdir. Atlantis kıtasının nerede olduğu hakkında birçok yer ileri sürülmüştür: Andlar, Tibet, Avustralya, Kafkaslar, Güney Afrika, Amazon Vadisi, Spitzbergen, Libya, Basklar Ülkesi, Hindistan, Fas, Gobi Çölü, Mısır, Meksika, Seylan, Çin, Tunus, İsveç, Sahra, Sibirya, Kuzey Denizi ve Pasifik Okyanusu…

Böylesine saçma sapan fikirler karşısında, bilim adamlarının Atlantis’ten her bahsedilişinde neredeyse oraya düşmanlıkla karışık bir kuşku ile yaklaşmaları artık bir sürpriz olmamalıdır.

Peki Eflatun ya da Solon adayı ya yanlış bir denizde konumlandırdı iseler? Ya da Solon eski Mısırlı rahiplerden aldığı bilgiyi yanlış anlamış  veya yanlış yorumlamışsa? Belki de Atlantis sanıldığı kadar uzakta değildi ve Eflatun Atlantis kıtasının nerede olduğu hakkında yanılmıştı…

Onlar, “Gerçek Deniz” deyimini kullanmışlardı, ancak bunun doğal olarak Atlantik Okyanusu olması zorunluluğu diye bir şey yoktur. Benzer şekilde, bahsi geçen “boğazın” Herkül Sütunları olduğu şeklindeki varsayımlarında eski Yunanlılar yanılmış olabilirler. Nitekim Nil Deltası’na daha yakın olan boğazlar da var. Eski Mısırlıların dikkate değer deniz yolculukları yaptıkları bilinmekle birlikte, onlar temelinde denizci bir ulus değillerdi ve onların denizler hakkındaki bilgileri, genellikle Fenikeliler ve Giritliler gibi deniz tacirlerinden edinmiş oldukları kulaktan dolma bilgilerdi. Denizler hakkında bölük pörçük bilgilere sahip olan eski Mısırlıların Atlantis gibi uçsuz-bucaksız ve gizemli bir kıtayı, uzaklarda bulunan bir okyanusa yerleştirmeleri ve onu eve oldukça yakın bir yerde yani Ege Denizi’nde bir ada olarak kabul etmemeleri son derece doğal olmalıydı. Devamını getirmek için yeteri kadar ayrıntılı ve doğru bilgilere sahip bulunmayan eski Mısırlılar, Atlantis’in kendi coğrafi bilgilerinin ötesinde binlerce mil uzakta bir yer olduğunu basitçe kabul etmiş de olabilirlerdi.

Mısırlı Rahibin Anlattığı Atlantis, Minos Uygarlığı Olabilir

Minos Uygarlığı1967 yılında tanınmış Yunanlı arkeolog Spyridon Marinatos, daha sonra “Ege’nin Pompei’si” olarak adlandırılan ve Kaliste Adası’nda “tefra”nın altında gömülü olarak kalmış eski bir şehrin harabeleri üzerinde kazıya başlamıştır. Günümüzde Santorini Adası denilen Kaliste Adası, Siklad adaları arasında en güneyde olanıdır.

O tarihten sadece iki yıl kadar önce, Amerikalı bilim adamları Dragoslav Ninkoviç ve B.C. Heezen, 3500 yıl kadar eskiden Santorini’deki afetin oldukça geniş ve gerçekçi bir yeniden canlandırmasını yapmışlardı. Bu amaçla Ağustos 1883’te Java ile Sumatra arasındaki Sunda Boğazı’nda bulunan Krakatoa patlamasını, karşılaştırma referansı olarak kullanmışlardı.

Adı geçen patlamadaki olaylar dizisi çok iyi belgelenmiştir ve belki de Santorini Adası’nda olanlar ile aynı çizgileri izlemiştir. Krakatoa patlaması üç bin mil uzaktan duyulmuştur. Kül bulutları 50 mil yüksekliğe kadar çıkmış ve kül 300.000 milkarelik bir alana yağmıştır. Esas olarak, Santorini’de patlamanın şiddeti Krakatoa’dakinin dört katı olmuştur. Santorini’de olan felaketin boyutu, Krakatoa’da oluşan gel-git dalgalarının yüksekliğinin sadece 35 metre olmasının (Santorini’deki dalgalar 195 metre idi) bile 36.000 kadar insanın ölümüne yol açtığı anımsanırsa, kolay anlaşılabilecektir.

Santorini’de birkaç kemik ve diş parçası dışında insan fosilinin bulunmaması, adanın yerle bir olmasından önce insanların buradan kaçmaya fırsat ve zaman bulabildikleri anlamına gelmektedir. Ölüme karada yakalanmamakla birlikte, Santorini halkından herhangi bir insanın patlamanın yok edici sonuçlarından kurtulabildikleri kuşkuludur. Onların başına gelen ölüm biçiminin özellikle korkunç olması gerekir. Aşırı derecede yüklenmiş sandalların içinde, yüzen volkanik sünger taşları arasında kapana kısılmış olarak, patlayan volkan taşları yağmurunun ve yanan kızıl külün altında canlı canlı yanmış olmaları ve daha sonra da dev dalgalar tarafından yutulmuş olmaları gerekir.

Yok oluşun ne kadar sürdüğü, günlerce mi yoksa haftalarca mı sürdüğü bilinmemektedir. Fakat etkilerinin, Akdeniz havzasının doğu kesiminin her yanında hissedildiği bilinmektedir. Yaz rüzgârları tarafından güneydoğuya doğru atılan kül, 100.000 milkareden daha geniş bir alana yayılmış ve yanardağın bulunduğu noktadan 435 mil kadar uzaklara taşınmıştır. Oşinograflar, Akdeniz tabanından 1945 ile 1965 yılları arasında aldıkları tortu örnekleri üzerinden, yayılmanın ölçüsünü belirleyebilmişlerdir. Tipik Santorini “tefrası” yanardağdan 87 mil kadar uzakta, 3000 metre derinlikte, yaklaşık olarak da iki metre kalınlıkta bulunmuştur. Kül, Anadolu’nun, Filistin’in ve Mısır’ın kıyılarına kadar ulaşmıştır. Nil Deltası ciddi biçimde etkilenmiştir.

Santorini’nin yanardağ krateri, Akdeniz’in önemli doğal gezi yerlerinden biridir. Eskiden yanardağın bulunduğu adanın merkezinde, iki adet siyah lav tabakası bulunmaktadır: Bunlara, “Eski Yanık Ada” ve “Yeni Yanık Ada” denmektedir. Bunlar felaketten uzun bir süre sonra oluşmuşlardır, fakat zaman zaman bunlardan hâlâ duman çıktığı görülmektedir. Arazi, ayın yüzünü anımsatacak şekilde çukurlu, kavruk, pürüzlü ve korkutucu görünümdedir. Santorini ile Therasia ve Asprosini Adaları, bir zamanlar Atlantis olabilecek bir tek adadan arta kalan tek anı olabilir.

Girit de Santorini felaketinin önemli etkilerinden kaçamamıştır. Dev dalgalar Santorini’nin patlamasından yarım saat kadar sonra adaya ulaşmış olmalıdır: Bu hızın hesaplanması mümkündür, zira bu hız denizin derinliğine bağlıdır. Santorini ile Girit arasında denizin derinliği ortalama olarak 250 metredir ve dolayısıyla tsunamilerin hızları 220 mil/saate kadar çıkabilmiştir.

Bu dev sudan duvarlar Girit’e ulaştıklarında 90 metre yükseklikte idiler ve yoğun bir yerleşimin yer aldığı kuzey kıyılarını hışımla dövdüler. Başkent Knossos’a hizmet veren Amnisos gibi büyük limanlar silinip süpürüldü, şehirler ve saraylar toz-toprak haline geldi. Adanın doğu kesiminin tümü bir kül yağmurunun altına gömüldü, ekinler yok oldu ve yıllar sonrasına kadar toprağı da zehirledi.

Oldukça içerilerde yer alan Knossos’un kendisi korundu, ancak doğunun diğer kültürel merkezleri terk edildi ve dev dalgalardan daha az etkilenmiş olan batı kıyılarına göç başladı. Buna karşın, Girit’in ekonomisi öylesine ani ve şiddetli bir darbe ile bozulmuştu ki, bir daha hiçbir zaman kendisini toparlayamayacaktı. Minos uygarlığı olarak bilinen Altın Çağ, Santorini’de zincirlerinden kopan, akla hayale sığmayan doğal güçlerin etkisi ile bir gün içinde yok olarak, sonuna geliyordu.

Mısırlılar, doğal olarak kendi ülkelerini de etkileyen felaketler dizisi ile ilişkisi olan bu olaylardan haberdardılar. Küçük bir adanın deniz tarafından yutulduğunu ve daha büyük olan ve iyi bildikleri Girit Adası’nın da büyük ölçüde tahrip olduğunu bilmeleri gerekirdi. Mısırlıların Kefti adını verdikleri Giritliler, Mısırlılar ile yıllar boyu kârlı ticari ilişkiler içinde bulunmuşlardı. Eski Mısırlılar, denizci Giritlilerin birdenbire yok olmuş olduklarını sanabilirler. Onların gemileri artık, Nil Nehri’nin üzerindeki limanlarda gözükmüyordu. Eski Mısır açısından bakıldığında, kuzey-batılarındaki zengin ada varlığını artık sürdürmemekteydi ve onun yok oluşu ile Akdeniz’in doğusunu sarsan büyük felaket neredeyse aynı zamanları kapsıyordu: Böylece de Atlantis efsanesi doğacaktı.

Peki, Atlantis mitinde, üzerinde önemle durulan ileri kültür ve ütopya medeniyete ne denilebilir? Eflatun’un anlattığı Atlantis ile 1900’lerin başlarında Sir Arthur Evans tarafından Girit’teki Knossos’ta yeniden keşfedilen eski Minos toplumu arasında şaşırtıcı bir benzerlik bulunmaktadır.

Santorini felaketi yaşam biçimlerini yok etmezden önce, Girit zengin bir ada ülkesi durumunda idi ve belki de Akdeniz’in en önde gelen deniz gücüne sahipti. Girit, Batı’daki ilk ve en önemli gelişmiş uygarlığa da sahipti. Girit gemileri Akdeniz’in tüm limanları arasında cirit atıyordu. Giritlilerden korkusuz denizciler, hesabını bilen tüccarlar ve oldukça ustalaşmış inşaatçılar ile şehir plancıları çıkmaktaydı.

Öte yandan, bunlar yasa sistemleri ile de ünlüydüler. Dinlerine göre, boğalara tapıyorlardı. Hamamları, ana kanalizasyon şebekesini ve maddesel konforların diğer gelişmiş nimetlerini çoktan keşfetmişlerdi. Adaları, geniş, dağlık idi, ancak sık sık depremlere maruz kalmaktaydı. Antik Çağ dünyasında zenginlikte eşi olmayan bir çeşit yol kavşağı durumundaydı Girit. Sonra, birdenbire görkeminin zirvesinde olan 500 yıllık bu parlak deniz gücü gizemli bir şekilde aniden unutulmuşluğa doğru gitmektedir.

Burada Minos uygarlığının Eflatun’un sözünü ettiği Atlantis uygarlığı ile olan benzerlikleri açıktır. Fakat ne Eflatun ne de Solon Minos uygarlığından haberdardı. Yalnızca onlar mı? Daha 100 yıl öncesine kadar, Minos uygarlığının büyük merkezleri olan Knossos, Phaestos ve Haghia Triada dünya tarafından bilinmemekteydi. Minoslular Eflatun’un zamanındaki kadar unutulmuş durumda idiler. Evans dikkat çeken bu bulgularını yaptıktan sonra bile, yeniden keşfedilen bu kültür ile Atlantis’in arasındaki benzer noktaların farkına kimse varmamıştı. Yani, K. J. Frost adlı birinin dışında hiç kimse. Frost, 19 Şubat 1909 tarihinde The Times’da yazdığı bir makalede kuramlarını yayınlıyordu.

Minos hipotezinden, 1939 yılında Antiquities adlı dergide Spyridon Marinatos tarafından yazılan bir parçaya kadar bir daha söz edilmeyecekti. Amnisos limanının kazı çalışmaları sırasında yapılan keşifler Marinatos’un Minos uygarlığının yok oluşu ile Santorini patlaması arasında bir bağlantı kurmaya sevk etti. Santorini üzerinde doğrudan çalışmalarla, kendisinin doğrudan kesitler yapmaya başladığı 1967 yılına kadar, kuramı somut biçimini alamamıştı.

Şimdi artık iki resim birbirine uymaktadır: Gelişen, daha sonra birdenbire yok olan ve varlığını günümüzde artık kesin olarak bildiğimiz muhteşem Minos uygarlığı. Mısırlı rahibin Solon’a anlattığı Atlantisliler belki de Minoslulardan başkası değildi.

Bununla birlikte, halen daha tarih sorunu ortada durmaktadır. Çünkü Minos uygarlığını yok eden büyük yanardağ patlaması MÖ 1.500’lü yıllarda gerçekleşmiştir. Eflatun’un 9.000 yıl önceden söz ederken yanlışlıkla 900 yıl öncelerini kastediyor olması olanak dahilindedir. Bu ise daha da anlamlıdır: Solon’un eski Mısır’a seyahatinden 900 yıl öncesi, Atlantis’in yok oluşunu yaklaşık olarak MÖ 1500’lü yıllara oturtacaktır. Dahası, MÖ 12.000 yıllarında gelişmiş olduğu ileri sürülen bir kültüre ilişkin en ufak kanıt halen daha bulunamamıştır.

Dolayısıyla, şimdi artık Atlantis’i bir mit olarak değil de, çözülmüş bir tarihsel problem olarak görmek olanaklı hale gelmiştir.

Bir bakıma Atlantis miti hiçbir zaman yok edilemez, çünkü diğer ülkelerin mitolojilerinde de bunun birçok eşdeğeri vardır. Örneğin Hindistan’da Mahabherata ve Ramayana adlı destan şiirler, kendi Atlantis’lerini içermektedir. Eski Mısır’ın kendisinin de Orta İmparatorluk dönemi söylencesinde, bağımsız kayıp kıtaları (Ejder Adası) vardır.

Buraya kadar söylenebilecek olan en iddialı şey, Atlantis nerede bilmecesinin en olası çözümünün Santorini gibi gözüktüğüdür. Fakat yine de her tür kuşkunun ötesinde bunun kanıtlanamadığıdır. Atlantis’in gerçek olup olmadığı ya da nerede olduğu daha uzun yıllar insanların zihinlerini meşgul edecek ve daha birçok uydurma Atlantis haritası boy gösterecektir.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.